Har vurup harcanan sermayemiz

Bir ülkenin gücünün kaynağı yerin altında değil, üstündedir. Zenginliği üreten insan sermayesidir. Yerin altında petrolü, doğalgazı bulunan ülkelerin refaha ulaşma potansiyelini bile nüfusunun niteliği belirliyor. Nüfusun niteliğini de her şeyden önce eğitim şekillendiriyor. Yani eğitim her şeyden daha önemli.

Bir ülke hiçbir alana yatırım yapmayıp yalnızca eğitime yatırım yapsa neticede her alana yatırım yapmış olur. Yetişen nitelikli nesiller her alanda ülkeyi kalkındıracak yolu bulurlar nasıl olsa.

Dünya bu gerçeğin farkında. Daha doğrusu, işlerin yolunda gittiği ülkeler nüfus kalitesinin en değerli sermaye olduğunun farkındalar.

Dünya Bankası düzenli olarak Beşeri Sermaye Endeksi (The Human Capital Index) yayınlıyor. 150 kadar ülkedeki sağlık ve eğitim sistemlerinin o ülkelerin nüfusunun üretime katkısını ne ölçüde etkilediği ölçülüyor. Bu endekste Türkiye’nin buradaki yeri orta sıralarda. Ancak Avrupa ortalamasının epeyce altında.

Bilhassa çocuk ölümleri yüzdesinin düşük olması bizim en önemli avantajımız. Üretime katılacak neslin sağlığı çünkü bu araştırmada önemli olan husus. Ancak sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliği konusundaki tereddütleri de hatırlayacak olursak sağlık alanındaki mevcut durumun korunması bile zor görünüyor. Eğitim alanında ise PISA sonuçları üzerinden de takip ettiğimiz üzere hızla gerileme var. Şimdi yapısal sorunların çözümüne yönelmek yerine “Maarif reformu” adı altında müfredata yeniden müdahale girişimleri de bu alanda toparlanma doğrultusunda ümit veren adımlar değil maalesef.

Kısacası, Türkiye elindeki en değerli sermayeyi, yani insan sermayesini koruyup geliştirme yönünde değil, aksi istikamette yol alıyor.

Yetmezmiş gibi, yetiştirdiğimiz doktorları, mühendisleri ve diğer nitelikli meslek sahibi gençlerimizi Almanya’ya veya Amerika’ya “ihraç etmek” insan sermayemizi karşılıksız elden çıkarmak demek.

Biliyorsunuz, insan sermayesinin dışında bir de “sosyal sermaye” diye bir değer var. “İnsanların ortak amaçlar doğrultusunda grup halinde ve örgütlü şekilde çalışabilme yeteneği” (the ability of people to work together for common purposes in groups and organizations” diye tarif ediyor bunu Fukuyama.

Putnam’a göre “Bireylerin karşılıklı çıkarları için eşgüdüm ve işbirliği yapmalarına imkan veren ağlar, normlar ve sosyal güven gibi organizasyonların karakteristiği” (Features of social organization such as networks, norms, and social trust that facilitate coordination and cooperation for mutual benefit) sosyal sermaye demek oluyor.

Benim anladığım, bir toplumdaki fertlerin birbirleriyle ortaklaşa iş yapmalarını kolaylaştıran sosyal değerlerin ekonomik değer doğurması. “Sosyal iletişim ağları” sağlıyor bunu. Sosyal sermayesi yüksek olan toplumların ekonomik gelişmişlik derecesi ve refah seviyesi de yüksek oluyor. Aynı zamanda “siyasi istikrar” da diğer toplumlara göre daha fazla görülüyor bu ülkelerde.

Sosyal sermayenin tabiri caizse en önemli “ölçüm aracı” güven endeksi. İnsanların birbirine daha fazla güven duyduğu toplumlarda sosyal sermaye de yüksek oluyor. Dolayısıyla ekonomik refah ve siyasi istikrar sağlanabiliyor.

Türk toplumunun “güven sorunu” bu alanda yapılan araştırmaların oluşturduğu endekslere de yansıyor. Ipsos’un 2022’de gerçekleştirdiği geniş ölçekli bir araştırma “insanların birbirlerine güveni”nin en alt seviyede olduğu üç ülkenin Brezilya, Malezya ve Türkiye olduğunu ortaya koydu. Çin ve Hindistan’da güven seviyesi yüzde 56 iken Türkiye’de bu oran yüzde 15 olarak bulundu. İşin ilginç tarafı ülkemizde eğitimli nüfusun başka insanlara güveni ortalamadan daha az seviyelerde.

Hep tekrarlıyoruz: Bu ülkedeki temel mesele toplumumuzun birbirine kapalı kompartımanlardan müteşekkil olan kültürel yapısı. Bu “toplumsal kompartımanlaşma” problemimiz ise toplumsal güven problemimizle yakından ilişkili. İkisi birbirini besleyen problemler.

Toplumsal yapının bütünleşik olmayışı küçük grup aidiyetlerinden büyük grup aidiyetine geçişe izin vermiyor. Dolayısıyla insanlarımız kendi aşiretinden, kendi mahallesinden, kendi cemaatinden, kendi mezhebinden, kendi partisinden vs. olmayan insanlarla temas kurmaktan, konuşmaktan, işbirliği yapmaktan korkuyorlar.

Siyasetçinin kendi tabanını yerli yerinde tutabilmek için toplumdaki ayrışmaları körüklemeye, karşılıklı güvensizlikleri beslemeye, kutuplaşmayı arttırmaya uğraşması problemi iyice büyütüyor. Oysa birtakım kültürel ayrışmaları savaşa çevirmek, milleti “Biz ve onlar” diye ikiye bölmek “sosyal sermaye” dediğimiz değerin harcanması demek.

Bir ülkeyi yönetenlerin veya yönetmeye talip olanların sosyal sermayeyi bu kadar kolay çöpe atabilmeleri olacak şey değil ama gerçek bu.

Biz ülke olarak önce sosyal sermayeden vaz geçtik şimdi de beşeri sermayeyi kaybediyoruz. Yetişmiş insan gücünü yani. “Giderlerse gitsinler” dediğimiz doktorlar, mühendisler bu ülkenin beşeri sermayesi.

İnsanların geçmişe ve geleceğe aynı duygularla bakabilmesi de sosyal sermayemiz.

Sosyal sermayemiz zaten öteden beri yok gibi bir şey. Beşeri sermayemizi de har vurup harman savurarak harcıyoruz. İşin özeti bu.

YORUMLAR (155)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
155 Yorum