‘İkinci Cumhuriyet’in sonu

 Millî Mücadele’nin ardından teşekkül eden Cumhuriyetimizin bir “inkılap” çerçevesinde yeni kurumlar ve yeni bir yönetim anlayışı oluşturduğu genel kabul gören bir fikir. Oysa inkılapların olduğu kadar rejimin karakterinin de Osmanlı’dan tevarüs edildiği tarihî bir hakikat. Askeriyenin ağırlık sahibi olduğu merkeziyetçi yönetim modeli Osmanlı asırları boyunca çok az değişim yaşamış olan Türk toplum yapısının doğal ürünü olarak varlığını sürdürmüş ve cumhuriyete de intikal etmiştir. Ne var ki zaman içinde orta çıkan bazı yeni şartlar bilhassa Osmanlı’nın son iki asrında birtakım yenileşme ihtiyaçları da doğurmuştur. 

Osmanlı siyasi ve sosyal düzeninin gereği olarak tamamı “yukarıdan aşağıya” gerçekleştirilmeye çalışılan yenileşme girişimleri çoğunlukla “aşağıda” beliren kimi rahatsızlıklar dolayısıyla bir reaksiyon dizisi oluşturmuştur. 

Söz gelimi III. Selim ıslahatı yalnızca belirli kesimlerin çıkarına hizmet ettiği düşünüldüğünden “aşağıda” tepki uyandırınca -bu tepkileri siyasi amaçla kullanmak isteyen “yukarıdaki” bazı zümrelerin de işe karışmasıyla- geri adım atılması gerekmiştir. 

Tanzimat devrinde de benzer şekilde cereyan etmiştir bu şablon. Birinci Meşrutiyet de öyle. İlk defa “aşağıdan” katılımla gerçekleşen 1908 Devrimi’nin başlattığı İkinci Meşrûtiyet deneyimi ise toplumsal şartlardan ziyade beynelmilel siyasi konjonktürün son verdiği bir girişim olacaktır.

Asker desteği olmaksızın başarıya ulaşmasının mümkün olmayacağı -haklı olarak- düşünülen 1908 Devrimi esas olarak ülkede yeni yeni oluşmakta olan “burjuvazi” (açılımı: tüccar, eşraf ve küçük burjuvazi) ile sivil aydınların eseridir. İmparatorluğun Cihan Harbine katılmak zorunda kalması yüzünden kurumlaşması tamamlanamamış bir devrimden söz ediyoruz. 

Buna mukabil, Cumhuriyet devrinin başlangıcında ise “burjuvazi” ve sivil aydınlar büyük ölçüde tekrar yönetimden dışlandılar. Asker ağırlıklı, merkeziyetçi ve jakoben bir idare geri geldi. (Meşrutiyet’te “sivil kafalı” askerler vardı, bu dönemde “asker kafalı” siviller ortaya çıktı.) 

Ne var ki bu dönemin yarattığı toplumsal rahatsızlıklar da 1946 sonrasında “burjuvazi” ve sivil aydınların etkisinin yeniden arttığı bir siyasi düzeni getirdi. Demokrat Parti iktidarının memnuniyetsiz kesimlerin artmasına yol açan icraatı ise 1960 sonrasının siyasi evreninde yeni baştan bir mimari dönüşümle sonuçlandı. Ama taraflar uzun süre tam olarak “yenişemediler”. Nihayet 1990’larda toplumsal ve siyasi ihtilaflar zirveyi gördü. Ülkede ve dünyada gerçekleşen değişimlerin ölçeği giderek büyürken, yalnızca o günlerin siyasi kadroları değil “mevcut düzen” yönetme kabiliyetini büyük ölçüde kaybetmişti. 

Radikal bir dönüşüm fikrini ifade eden “İkinci Cumhuriyet” sloganının bu dönemde yeniden ortaya çıkmış olması tesadüf değildi. 2000’li yılların başında iktidara gelen AK Parti kadroları “burjuvazi” ve sivil aydınların desteğini alarak “İkinci Cumhuriyet” fikrini kuvveden fiile geçirmeye yöneldiler. Ama “eski düzen” taraftarlarının ölçüsüz tepkileri olmasa bunda başarı gösteremezlerdi. 

Aslında Türkiye’nin ihtiyacı olan dönüşümü o günün siyasi şartları itibarıyla bir “milli mutabakat” çerçevesinde hayata geçirmek mümkündü, bu fırsat değerlendirilemedi. Cumhuriyet mitingleri, kapatma davaları, internet andıçları vs. iktidara bu dönüşümü kendi anlayışıyla yapmasının kapısını açtı. Onlar da devlet içindeki Fetullahçı yapıyla işbirliğine giderek bunu yapmak istediler. Ergenekon, Balyoz gibi yöntemlerle her şeyi kırıp dökerek, üzerinde durduğumuz dalı keserek, ecnebilerin tabiriyle “leğendeki kirli suyla birlikte içindeki bebeği de sokağa atarak” yapılmak istenen bir “dönüşüm”den doğal olarak hayır gelmezdi. Gelmedi. Onarılması gereken toplumsal kutuplaşma iyice tırmandı, hukuk yara aldı, yargı sistemi rayından çıktı, devlette düzen kalmadı, uluslararası itibarımız zedelendi vs. vs...

Derken devlet içinde devlet olmaya yönelen söz konusu yapının aslında siyasi iktidarın kendisi için de tehlike arz ettiği anlaşıldı. İşte bu aşamada “her şerde bir hayır olabileceği” hükmünce, devletin kırılıp dökülen mekanizmasının ihyası ve toplum barışının yeniden tesisi imkânı ortaya çıktı. 

Özelikle 15 Temmuz vahşeti bunun zorunluluğunu göstermekle kalmadı, bu yolda bütün toplum kesimlerinin samimi iradesini de ortaya çıkardı. Ama siyasi iktidar, birkaç yıl önceki Gezi Parkı olaylarında “kazancını” tecrübe ettiği siyasete geri dönmeyi tercih etti. Çünkü toplumsal kutuplaşmayı körükleyerek tabanını konsolide etmeyi diğer her şeyden daha önemli gördü. Bunda başarılı da oldu. Bu yöntemle “İkinci Cumhuriyet”i hayata geçirdi. 

İkinci Cumhuriyet adlandırmasını en fazla hak eden dönem bugünkü iktidar dönemidir. Ama “Birinci Cumhuriyet”in değerlerini yıktığı veya tersyüz ettiği için değil, tam aksine cumhuriyetimizi 1923’ten itibaren meşakkatli ve uzun bir yürüyüş sonunda ulaşmış olduğu yerden tekrar başlangıç noktasına geri döndürdüğü için... “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında modern ulus devletin temel değeri olan kuvvetler ayrılığının bulunmadığı otokratik bir siyasi rejim tesis ettiği için… Cihan Harbi felaketinin ardından verilen Millî Mücadele sayesinde, imparatorluğun küllerinden yeni bir devletin tesis edildiği 1923 şartlarında hoş görülebilecek bir rejim karakterini bugün “Biz de yedi düvele karşı mücadele veriyoruz” gerekçesiyle ihya ettiği için... 

Yalnızca kuvvetler ayrılığı mekanizmasının değil, anayasal kurumların nerdeyse hiçbirinin henüz hayata geçmediği, demokratik kazanımların söz konusu olmadığı, sivil toplum veya basın özgürlüğü gibi kavramların dolaşımda bulunmadığı böylesi bir süreci -aradan geçen bir asır boyunca adım adım elde edilen toplumsal kazanımları ortadan kaldırıp- silbaştan başlattığı için...

Ama mühim bir farkla: Cumhuriyetin kurucu kadrosu her ne kadar savaş yıllarının yorgunluğuyla büyük bir yükün altına girmiş olsalar da ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını biliyorlardı. Zihinlerindeki -doğru ya da yanlış- bir Türkiye vizyonunu hayata geçirme ideali peşinde çoğu zaman acımasız yöntemler de izleyerek iktidarlarını sağlama almışlardı. Toplumsal yapı da uluslararası konjonktür de buna müsaitti o gün. Söz konusu şartlar değiştiğinde rejimin karakteri de değişti zaten.

Bugün ise bugünün Türkiye’sinin ihtiyaçlarına cevap vermesi mümkün olmayan bir siyasetin doğal sonucu olarak yönetemez -ve sürdürülemez- durumda bir yönetim modeli var. Yirmi yılın yıpranmışlığı ise ayrı konu. 

AK Parti’nin tesis ettiği “İkinci Cumhuriyet” -başka ülkelerdeki örneklerde olduğu gibi- birinciye yönelik reaksiyonların neticesinde ortaya çıkmış olduğuna göre, bu dönemin etki-tepki mekanizmasının da doğal olarak bir üçüncü aşamaya yol açması hiç kimseyi şaşırtmamalı. Temennimiz bu üçüncü aşamanın olumlu bir sentez üretmesi, çatışma yerine milli mutabakata dayalı bir anlayışı esas alması.  

YORUMLAR (77)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
77 Yorum