Padişah yetkileriyle de olmuyor

Türk tarih yazımında bir çarpıklık, bir tek boyutluluk, bir masal dili, kişileri ve olayları mitolojileştirme eğilimi vardır. Şimdilerde biraz değişti gerçi ama ders kitaplarında bize öğretilen Osmanlı tarihi siyasi gelişmelerden ibaretti. Fetihler, savaşlar, sınırların genişlemesi veya daralması, nihayet padişahın ölüp yerine başka birinin geçmesi… Sosyal, kültürel ve ekonomik bir hayat yoktur sanki.

Dahası siyasi tarih de padişahların kişisel mücadeleleri, başarıları ve başarısızlıkları demektir. Biri kendi başına Rumeli’ye geçmeye karar verir, öbürü kimseye danışmadan İstanbul’u almayı planlar, bir diğeri orduyla sefere çıkarken hedefin neresi olduğunu kendisinden başka bilen kimse yoktur!

Ekonomi tarihi padişahların vergileri azaltıp artırmasıdır. Kültür tarihi padişahların cami yaptırması, eğitim tarihi padişahların medrese inşa ettirmesidir.

Tanrısal kişilikleri vardır tahtta oturan insanların. Her şeyi onlar yaparlar, hiç kimseye bir şey sormadan her şeye tek başlarına ve şahsen karar verirler. Doğal olarak devleti de tek başlarına bizzat yönetirler.

Oysa gerçekler bu kadar basit değil. “Mutlaki yönetim” dediğimiz şey de bu değil. Devleti temsil makamında bulunan padişahın arkasında devlet kurumları var. Divan var. Sadaret var. Bürokrasi var. Bürokrasinin askeriyesi, mülkiyesi, maliyesi, ilmiyesi var. Her birinin kendi uzmanlık ve yetki alanları var. (Bunlar olmadan tek bir adamın “şahsen” yönettiği bir organizasyonun altı asır boyunca ayakta kalabileceğini düşünmek akıldışı. Şahsen yönetmeyi bırakın, en mühim konularda padişahın fikri bile sorulmazdı. Bilhassa 16. asırdan sonra.)

Aynı zamanda da siyasete etki eden toplumsal güç odakları var. Mesela ilk dönemlerde akıncı/gazi uç beyleri, son dönemde ayanlar var. Tarikatlar var. Tımar sahipleri var. Çift sahipleri var. Ticaret erbabı var. Küçük ölçekli sanayi var. Kuyumcu veya sarraf adı altında faaliyet gösteren finans sektörü var. Bütün bunların oluşturduğu “piyasa” var.

Padişah olan kişi iktidar kompozisyonu içinde tabiatıyla lider durumunda ancak bu konumu temin etmek ve sürdürebilmek için de diğer güçlerle ittifaklara ve işbirliğine ihtiyaç duymakta. Yani siyasi anlamda da tek başına mutlak güç değil padişah.

Kimi padişahların diğerlerine göre daha güçlü olması -veya görünmesi- ise kendi kişisel yetenekleri kadar temsilcisi olduğu, iktidarına dayanak olan anlayışların, eğilimlerin ve siyasi ya da sosyal yapıların devlet sistemindeki gücüne bağlı bir durum aslında. En fazla da belirli dönemlerde çeşitli gerekçelerle yönetimde daha merkeziyetçi bir tutuma ihtiyaç duyulmasına bağlı olarak ortaya çıkıyor bu “dizginleri eline almış, güçlü ve dirayetli padişah” figürü. Onun da arkasında kurumlar ve belli sosyal zümreler var yani.

Tahtta oturan kişinin bir tür Süpermen olduğu, ülkeyi tek başına aldığı kararlarla yönettiği, devletin bütün işlerini bizzat yaptığı bir siyaset modeli yok. Mamafih vaktiyle ders kitaplarında okuduğumuz basit, yüzeysel ve masalsı tarih anlatısının/anlayışının toplumumuzda liderlik kurumuna atfedilen aşırı anlamların ve belki de şimdiki “Türk tipi” başkanlık sistemine yol açan heveslerin de esin kaynağı olabileceğini düşünmek lazım.

Tecrübe taşıyıcısı kurumlara ve kurumsal geleneklere boş verip, siyasi ve bürokratik kadroları dışlayıp, yargı denetimini ortadan kaldırıp koskoca bir devletin bütün işlerini tek bir kişinin -ve en fazla bu kişinin yakın çevresindeki dar bir grubun- eline teslim etme düşüncesi bu bakımdan da değerlendirilmeli.

Ne var ki bu yönetim anlayışının kültürel kökenleri nerde olursa olsun henüz bu kadar kısa zamanda ortaya çıkarmış olduğu sonuçlar yeterince vahim.

Önce kendi partilerinin yönetiminde hayata geçirilen, sonra devlet idaresinde tatbikatına girişilen otokrasi yönteminin toplumun kayda değer bir bölümünde karşılık ve destek bulduğu hakikat olsa da ülkenin gelmiş olduğu yer de bir hakikat.

Anayasal olarak bağımsız bir kurum olan/olması gereken Merkez Bankası eliyle yürütülen faiz politikasının sonuçları tek başına ortada işte. Bilimi, tecrübeyi, rasyonaliteyi, sağduyuyu bir kenara iterek devletin yönetilemeyeceğini ayrıca anlatmaya gerek yok.

Gelgelelim otokrasi kurumların ve kuralların hakimiyetiyle bir arada olamaz. Onun için geçen yıllar boyunca tedrici olarak kurumlar etkisizleştirildi, yetkileri tırpanlandı, güçleri ellerinden alındı. “Bağımsız” kurumlar ve kurumlar çoktandır talimatsız iş yapamıyorlar. Merkez Bankası bunlardan biri sadece. Parti yönetiminde çatlak ses çıkaracak kimse kalmadı. Zaten hükümet üyeleri yok, Cumhurbaşkanlığı kabinesi var artık. Medyanın yüzde 90’ı ne yapılsa alkış tutmakla görevli. “Sivil toplum kuruluşları”nın durumu medyadan beter. İş dünyası desen ağzını açamıyor. Daha ne olsun!

Bu rahatlık içinde bir “siyasi fantezi”nin denemesi yapıldı milletin ve devletin üstünde. Bakalım kurumları ortadan kaldırarak, ehliyeti ve liyakati devreden çıkararak, tecrübe ve uzmanlık kavramlarını defterimizden silerek ve her konuyu tek bir kişinin iki dudağının arasından çıkacak söze bırakarak bir devlet yönetilebilir mi diye…

Böyle anlatılmadı tabii… Ekonomi uçacak, paramız değer kazanacak, işler hızlanacak, enflasyonla, faizle ve şunla bunla nasıl mücadele edildiği görülecek vs. denilerek reklamı yapıldı Türk tipi başkanlık sisteminin. Şahsen yönetme modeli zaten daha önce fiilen başlamıştı; Bahçeli “Artık bunun adını koyalım” dediği için bir referandumla anayasaya dahil edildi. Ama şimdi anlıyoruz ki meğer o zamana kadar daha hiç bir şey görmemişiz. Sistem resmiyet kazandıktan sonra gördük hakikaten faizle, şunla bunla nasıl mücadele edildiğini!

Milletin yüzde 52’sinin “Bir deneyip görelim bakalım” diyerek onay verdiği bir deneyin sonucunda işte bugünkü Türkiye tablosu ortaya çıktı.

YORUMLAR (99)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
99 Yorum