‘İnat’ iyi bir müzakere yöntemi olamaz
Yönetimin ilkeleri hakkında yazılmış binlerce kitap ve makale taransa, hiç birinde bir yönetim ilkesi olarak “İNAT” kavramı bulunamayacaktır.
Ancak Türkiye’de “inat” kavramı, bazen belirleyici bir yönetim ilkesi bile olabiliyor; mesela IMF konusunda.
IMF’nin sitesinde yer alan bilgilere göre kurumun amacı, parasal alanda uluslararası işbirliğini güçlendirmek, döviz kurlarının istikrarına katkıda bulunmak ve ödemeler dengesinde sorun yaşayan üyelere (gerekli önlemler alındıktan sonra) kaynak temin etmek olarak gözüküyor.
Bu kısa metinde “gerekli önlemler alındıktan sonra” ifadesi dikkat çekiyor. Peki, “gerekli önlemler” nedir sorusu sorulduğunda, bunun, objektif bir cevabı yok; ülkesine ve ekonominin niteliğine göre değişir.
Acaba bu “gerekli önlemler”e, IMF’nin güçlü ülkelerinin siyasi talepleri sızabilir mi, var mı kesinlikle sızmaz diyebilen; yok.
IMF kendisine başvuran hükumetlere, gelirlerini artırmaları ve giderlerini azaltmasını öğütler; böylece bütçe açığı ve kamu borcu sorununu çözmeye çalışır. Bir de devalüasyon yaptırıp ithalatın azaltılmasını ve ihracatını artırılmasını sağlar; bu sayede de, dış borçları yönetilebilir hale getirmeye çalışır.
Bu arada, çiftçilere verilen tarımsal destekler, ar-ge fonları, sosyal güvenlik kurumlarına aktarılan fonlar ve bazı kamu yatırımlarının iptal edilmesi gerekebilir. Bu arada önce işsizlik sonra da yoksulluk bir miktar artabilir.
IMF’nin her ülkeye aynı şekilde muamele etmediği de doğrudur. Pakistan’a şart üstüne şart koşarken, Yunanistan, Ukrayna ve Arjantin’e çok kolay ve hızlı bir şekilde yüksek tahsisler yaptı.
IMF’nin bir hayır kurumu olmadığı ve ülke yönetimlerine, yoksullar aleyhine olabilecek dayatmalar yapabileceğini kabul ediyorum.
İyi yönetici ülkesini IMF gibi bir kuruma mahkûm etmeyendir.
EKONOMİMİZ IMF’YE “HENÜZ” MAHKÛM DEĞİL AMA…
Yazılarımda olabildiği kadar veri kullanmaya çalışıyorum; belki bu şekilde inandırıcılığım artar diye ümitleniyorum; bazen ümitsizliğe kapılıp, su üstüne yazı yazsam daha etkili olur zehabına kapıldığım da oluyor.
Örnek vaka: Diyelim ki, kredibilitesi yüksek bir işletme 100 birim dolar kredi kullanarak bir yatırım yapmak istiyor. Yatırım yeri olarak da ya Trakya veya bir doğu Avrupa ülkesi olması kararlaştırılmış.
Bu yatırım için Türk bankalarına gidilip, ortalama vadesi 9 yıl olan bir kredi müracaatı yapılsa; bankaların vereceği cevap: Biz 9 yıl ortalama vadeli kredi veremeyiz, olacaktır.
Varsayalım hükumet bu yatırımın Türkiye’de kalması için bankalara ricacı oldu, faizi ne olur?
Cevap: Geçenler de 30 yıllık müşterimizin kredilerini %8 faiz oranıyla yapılandırdık. Şu anda banka olarak biz kredi istesek; bu vade için biz de en az %8 faiz öderiz.
Aynı yatırımcı grup Avrupalı bankalara gidince %2 faiz oranıyla bu krediyi alabiliyor.
Varsayalım ki, yatırımcı inat etti ve bu 9 yıllık krediyi Türkiye’den aldı, bu durumda toplam %93,3 faiz öder; halbuki Avrupa’da olsa, toplam %19,25 ödeyecekti.
Yani 100 birimlik her kredi için Türkiye’de, %74 daha fazla faiz ödeyecek. Bu yatırımın Türkiye’ye gelme ihtimali var mı? “İnat”, yatırım yapan bir işletme için iyi bir yöntem olamaz.
TEKRAR IMF
Varsayalım ki IMF, salgını bahane edip 10 yıl vadeli 15 milyar dolar kredi için bize karşı hiç bir şart ileri sürmüyor ve yıllık %1,7 faiz istiyor.
Almayacak mıyız?
Müzakere bile etmeyecek miyiz?
Niçin?
Öte yandan, Hazine bu şartlara sahip bir krediye en az %6 faiz vermeye hazır.
“İnat” dış politikada, iç siyasette ve parti içi işlerde etkili bir yöntem olabilir, bilemem. Ancak Ekonomi de inat eden kaybeder, hesap eden kazanır.
Eğer IMF ile kredi müzakeresi yapılsa ve sonunda velev ki “istemeyiz” denilseydi; müzakere yapan ülke etkisi, kurlar üzerinde, SWAP almaktan bile daha iyi bir algı oluştururdu. Şu çok açık, Dolar ya da Euro borcumuz yerine Katar Riyali önerdiğimiz gün, bittiğimiz gündür. Bu mu isteniyor?
Hükumet IMF’yle görüştü diye Ak Partinin oyu düşer mi bilemem fakat yatırımsızlıktan dolayı artacak işsizlik, kesinlikle, oylarını düşürecektir.
Külfet nimete, nimet külfete göredir.