İslam iktisadı diye bir şey var mı?
Bir yerde alıcı, satıcı, mülkiyet, üretim, depolama, dağıtım, tüketim, satış, fiyat, vade, vade farkı, kar, zarar, faiz, rehin, haciz, sözleşme, iflas, haciz, israf, tasarruf, pazar, finansman, borç, alacak, ortaklık, miras, gümrük ve vergi kavramları varsa, orada gelişkin bir iktisadi hayat var demektir.
İktisadi faaliyetler, sunulan hukuki ve siyasi çerçeve içinde, öznelerin sübjektif tercih ve kararlarıyla hayat bulur. Öznelerin bu tercih ve kararları farkında olunsun ya da olunmasın “değer” yüklüdür. Değer denilen olgu, esas olarak ahlakla veya yararla ilgili olduğu için bütün medeniyetlerin tercih ve kararları aynı olamaz. Çünkü ahlaki düşüncenin kökeninde var olan dini düşünce iktisadi öğretiyi ve kültürü de etkiler hatta şekillendirir.
İktisadi faaliyetleri ve bu faaliyetlerin bileşimlerini analiz ederken; her bir adımda, yani yapılacak her tercih ve alınacak her kararda “İslam (Fıkıh) bu konuda ne diyor” sorusu üzerinde düşünmeye başlandığı anda, İslam İktisadı alanına girmiş olur muyuz? Ya da İslam İktisadı bilimi diye bir şey var mı?
İslam toplumu fethettiği topraklara, sanıldığının aksine askeri güç veya dini hidayetten daha çok (asırlar boyunca İslamlaşma oranları düşüktür) işleyen bir hukuki rasyonellik vasıtasıyla tutunabilmiştir.
Fethedilen topraklara atanan bir kadı, gittiği yere, güvenliğe ilaveten, çarşı standartları, alım satım mekânları, ortak para, ortak lisan, ortak sözleşme hukuku ve masrafları çok düşük yargılama imkânı götürürdü. Kadı aynı zamanda özerk ve adil mahkeme demekti, dengeli bir yargılama en belirgin özelliğiydi.
İspanya’dan Çin’e kadar başta Roma ve Sasani imparatorluklarının olduğu yüzlerce medeniyetin hüküm sürdüğü topraklarda, İslam’dan önce, gelişmiş bir iktisadi hayat yaşandığına şüphe yok.
Kadılar da bu bilinçle görev yaptıkları yerlerde tamamen yeni ve daha önce bir benzeri görülmemiş İslami yöntemler önermezdi; tam tersine mahalli ve tarihi gelenekten olabildiği kadar yararlanmaya çalışırlardı. Mahalli ve tarihi gelenekten, muhtemelen yöre halkının da bizar olduğu faizi, belirsizliği, haksızlığı ve fahiş olguları ayıklar ve mahalli ticaretin gelişimini sağlarlardı.
Kadıların, karşılaştıkları sorunlara cevap oluşturacak kanun kitapları yoktu ancak Fıkıh Usulü denilen müthiş bir yöntembilim müktesebatları vardı: İçtihat.
İstinbat, istihraç, İstidlal, illet gibi kesin bilgi içeren normlardan elde edilmiş tümel ilkelerle (külli kaideler) ilk defa karşılaşılan sorunlar hakkında işlevsel hükümler oluşturulabiliyordu. Daha ileri yorum ve analizlere ihtiyaç duyduklarında, resmi görevleri olsun ya da olmasın tanınan ve itibarı olan şarihler, müellifler, müftüler ve medrese hocalarından görüş alırlardı.
Fakihler, değişik bölge ve dönemlerde birbirine zıt içtihatlar yapmış ve kararlar almış fakat hepsi de kararlarına dini düşünce ve şeri tümellerden gerekçeler bulabilmişlerdir.
Mesela Osmanlılardan önce İslam dünyasında, para kazanmak, servet biriktirmek ve çok geniş araziler edinmesinin; üreterek veya ticari yöntemlerle sınırsız miktarda para kazanmalarının önünde dini bir engel yoktu. Efsane terekeler bu dönemlere aittir.
Osmanlı Devleti ise eşitlikçiliği prensip edinmiş ve tarım arazilerine devlet olarak el koymuştu. (miri arazi) Bu arazileri kullanıcılara şartlı olarak kiralardı. Ailelere en çok 230 dönüm arazi tahsis edilir ve hiçbir şart altında bu arazi miktarı artırılmazdı; hatta ek işçi istihdam edilmesine de izin verilmezdi. Bir kişinin zenginleşmesi, başkalarının fakirleşmesine yol açabilirdi.
Çarşılarda esnaflar arasında gelir ve servet uçurumu olmazdı; bir kalfa ile tecrübeli bir usta arasında en çok dört kat kadar gelir ve servet farkı olurdu.
İmalatta kullanılmakta olan binaların da neredeyse tamamı ya kamuya ya da vakıflara aitti ve gelir getiren büyük mülklerin gerçek kişiler tarafından iktisap edilmesine izin verilmezdi. Arazi, bina ve sermaye devletindi. Birbirine zıt fakat Fıkhen caiz kabul edilmiş yöntemler sadece bu alanlarla da sınırlı değildi. Devam edeceğiz.