Savaş tazminatı gibi ağır bir faiz yükü…
Eğer Türkiye İthalatçılar Partisi diye bir parti kurulsa ve iktidara gelse, bu parti bile ithalatı, AK Parti hükümetlerinden daha fazla desteklemez. Çünkü tamamı ithalatçılardan oluşacak bu parti bile, ilelebet borç alarak ithalat yapmanın sürdürülemez olacağını bilir.
Fakat AK Parti hükümetleri bu apaçık olguyu dikkate almadı ve almıyor.
Türk iktisatçıların çoğunun da analizlerinde ithalat, başat bir açıklayıcı değişken olarak ele alınmıyor; ekonomi ithalat üzerinden okunmuyor.
Fakat ihracat üzerine olumlu ya da olumsuz ahkâm kesmeyeni yoktur.
Her iktisatçı, farkında olsun ya da olmasın, ekonomiyi, bulunduğu pozisyondan ve mesleki müktesebatının etkisi ve katkısıyla okumaya çalışır; bu böyledir.
TCMB’nin, BDDK’nın, Hazine’nin ve diğer pek çok kamu kurumunun ekonomistleri bile farklı analizler yapar.
Banka, aracı kurum ve reel sektör ekonomistleri de farklı düşünürler; olgulara, çıktılara ve sonuçlara farklı anlamlar yüklerler; veri ve olguların ağırlığı her iktisatçı için eşit değildir.
Kendimi bir banka ekonomisti gibi değil her şeyi kapsayacak şekilde yetiştirmeye çalışmama rağmen, “kredi riski öncelikli bakış açısı”dan kendimi alıkoyamıyorum.
İthalat artışlarına alerji derecesinde karşı olmamın temelinde, kredi riskini yükseltme etkisi olabilir.
İTHALATIN TETİKLEDİĞİ DIŞ KREDİ RİSKİ HİKÂYEMİZ
Aşırı ithalat dış borcu artırıyor, dış borç ülke reyting notunu düşürüyor, reyting notu düşünce CDS primleri yükseliyor; CDS oranları yükselince, yurtdışına ödenen kredi sigorta primleri yükseliyor ve sonuçta; Türkiye’ye kredi vermek isteyenler azalıyor verenler de “tefeci faizine razı” olmamızı istiyorlar.
Türkiye çaresizlikten dolayı, dış borç alırken, akranlarının verdiğinin iki üç katı daha yüksek faize razı oluyor, böylece faizler yoluyla yurt dışına kaynak aktarıyor.
İktisat tarihi, bir ülke için bundan daha kötü bir olgu olamayacağını anlatıyor.
Türkiye’de 30 yıldır, TCMB faiz kararları hakkında kıyameti koparan hükümetler, yabancılara, adeta “savaş tazminatı” niteliğinde faiz ödemekten imtina etmediler.
Yıllar önce İran’lı bir bankacıyla görüşmüştüm; Almanya’ya akreditif açtıklarını ve oradan bazı makine ve ürünleri beş yıl vadeli olarak alabildiklerini söylemişti. İnanmamıştım. Sonra bana şartlarını anlatmıştı, inanılmaz derecede ağırdı; İran halkının bu şekilde sömürülmesine üzülmüş ve isyan etmiştim.
Çünkü Almanya’nın ihracat sigorta şirketi HERMES bu işlem için mal bedelinin tam %20’si oranında sigorta primi istemiş ve İran bunu kabul etmişti.
Türkiye o dönemde benzer bir işlem için %3-4 civarında bir sigorta primi ödüyordu.
İki yıl önce, bir Türk Şirketi Almanya’dan on yıl vadeli RES ekipmanları için aldığı sigorta primi teklifinin oranı %11’di; bugün muhtemelen %9 civarındadır.
Bize üzülen var mıdır, acaba?
ÜLKELER DE FİRMALAR GİBİDİR
Bankalar, finansal yapısı zayıflamış ve kredibilitesi düşmüş firmalara ilave kredi vermekten ve verilmiş kredileri uzatmaktan imtina ederler.
Kredi aldıkları kaynakları daralan firmaların, kredi faizlerine karşı duyarlılıkları bir süre sonra azalır. Buldukları her fiyattan kredi almaya başlarlar. Bankalardan sonra faktöring şirketlerine, sonra ikrazatçılara ve en sonunda da tefecilere giderler.
Türkiye’nin de kredi fiyatlarına karşı hassasiyeti her geçen gün azalıyor. Bu sürdürülemez bir durumdur ve er ya da geç bir gün tıkanma noktasına gelinecektir. O güne kadar, her yıl ödediğimiz 25 milyar $ faiz; kredibilite düştükçe, sürekli yükselecektir.
Bu yıl ihracat ne kadar artarsa artsın, ithalat 55 milyar $ daha fazla artacaktır. Orta Vadeli Program, OVP’ye göre 2022’de, 2023’te ve 2024’te de durum aynı olacak.
Doludizgin bir felakete doğru koşmayı, yani yurtdışına senelik 50 milyar $ faiz ödemeyi hükümet de muhalefet de iktisatçılar da hakkıyla analiz etmiyor, maalesef.
Finansal paryaya dönüşme sürecindeki bir ülkenin, ücretle çalışan vatandaşlarının satın alma gücü düşer, düşecektir; bu da ithal ürünlere olan talebi fiilen azaltacağı için ekonomide denge, ancak, yoksullaştırma yöntemiyle sağlanabilecek, galiba.