Diyelim ki bütün dünya bize komplo kuruyor
Son dönemde biraz da referandum vesilesiyle oluşan gerilim hattında siyasetin dili oldukça keskinleşmiş bulunuyor. Aslında her ülkede seçim dönemlerinde işin tabiatı gereği siyasi söylemlerin de normal zamanlara göre keskinleşmesi doğal karşılanabilir. Ancak siyasette özellikle Avrupa’ya dönük olarak geliştirilen söylem dili sanki biraz normalin ötesine taşınmış ve de giderek kalıcı hale gelmeye başlamış gibi görünüyor.
Uzun vadede bu dilin üreteceği sonuçlar dikkate alındığında, sürdürülebilir olduğunu söylemek maalesef pek mümkün gözükmüyor.
***
Diyelim ki, Avrupa ve dünya ülkeleri Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesine, küresel ölçekte bir ülke olmasına tahammül edemiyor, bu yüzden de gizli-açık ittifaklar oluşturarak önünü kesmeye çalışıyor, hatta komplolar kuruyor.
Eğer böyle bir varsayım üzerinden sonuç üretmeye çalışırsak, bu görüşümüzü kanıtlayacak örnek bulmakta aslında pek de sıkıntı çekmeyiz. Çünkü tarih boyunca bütün ülkeler ekonomik ve siyasal anlamda birbirlerinin ayağına basmak, milli çıkarları gereği kendi dışındaki ülkelere sıkıntı vermek konusunda sayısız diplomatik oyunlara başvurmuşlardır. Bu öyle bilinmeyen, gizlisi saklısı olan bir durum değil, ayrıca ülkeler arasındaki ilişkilerin genetiği de zaten böyle işlemektedir. Dolayısıyla bu durumu bir komplo olarak değerlendirmenin müşterisi her zaman çok olabilir.
Bunun için Türkiye’nin Avrupa ile son bir yıllık ilişkilerinin fotoğrafına baktığımızda bile sayısız komplo örneği üretebiliriz, eğer niyetimiz buysa...
-Mesela başta ABD olmak üzere neredeyse bütün Avrupa ülkeleri 15 Temmuz ihanetinde Türkiye’yi yalnız bıraktılar. Daha da dramatik olanı FETÖ mensuplarını korumaya aldılar.
- Almanya ve Hollanda Türk siyasetçilere ve bakanlara karşı demokratik zihniyetle bağdaşmayacak akıl dışı yasaklamalara başvurdular.
-Neredeyse bütün Avrupa ülkeleri PKK ve FETÖ mensuplarına kucak açmaya devam ediyor.
-Rusya ve Amerika Suriye’de Türkiye’ye inat PYD-PKK’ya destek konusunda adeta yarış halindeler.
-ABD ve İngiltere Türkiye’den doğrudan uçuşlarda elektronik aletlerin uçağa alınmasını yasaklayan bir ayıba imza atmaktan çekinmedi.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz... Reva görülen bu tavrın itibarımızı zedelediği ve giderek Türkiye’yi yalnızlaştırdığı bir gerçek. Peki bu durumu sadece bir komplo olarak değerlendirerek sorunumuzu çözebilir miyiz?
Galiba şu anda Türkiye’nin dış politika önceliklerinin doğru tespit edilebilmesi için, bu sorunun reel dünyanın gerçeklerine göre cevaplanması gerekiyor.
Biliyoruz ki uluslararası sistemde mutlak düşmanlar veya mutlak dostlar yoktur, çünkü ittifaklar çıkarlara göre şekillenmektedir. Dolayısıyla aktörler maksimum çıkar elde edebilmek ve stratejik avantajlar sağlayabilmek için ülkeler arasındaki kırılgan noktaları yakından izleme ve aynı zamanda muhtemel negatif gelişmeleri de kontrol etme durumundadırlar.
Mesele şu ki; kolay yolu seçerek bütün bu olup bitenleri komplo teorilerine bağlayıp rahatlayabiliriz, ama bu Türkiye’nin önünde duran sorunları çözmez. Çünkü Türkiye, ancak dünya siyasetindeki imkan ve zemini genişleterek dünya ekonomisindeki imkanlarını artırabilir ve küresel bir saygınlık kazanabilir. Bunun da yolu, dünyaya küsüp köşemize çekilmekten ya da posta koymaktan değil, milli çıkar endeksli yeni stratejiler geliştirmekten geçmektedir.
***
Bu saatten sonra “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi Soğuk Savaş döneminden kalma bir travmaya teslim olmayacağımıza göre, Türkiye’nin zaman kaybetmeden dış politikada siyasal ve ekonomik işbirliği imkanlarını zenginleştirecek, etki alanlarını geliştirecek yeni diplomatik paradigmalar üretmesi gerekmektedir.
Açıkçası öncelikle başımıza gelenleri iyi tahlil edip, neyi nasıl yapacağımıza karar vermek durumundayız. Bu konuda değerli iktisatçımız Mustafa Özel’in bir konferans metninden şöyle bir cümleyi hatırlıyorum, zihin açıcı olabilir: “Tarih felsefecisi Collingwood, uygarlığı başa gelmiş bir hal olarak tanımlar; insanın ortaya koyduğu bir şey olarak değil. İşte bu başa gelmişliğin mahiyetini kavrayabilirsek eğer o zaman bir çözüm imkanımız da olabilir. Eğer başa neyin gelmiş olduğunu anlayamıyorsak önereceğimiz hiçbir şeyin çözüm olamayacağı da aşikardır.”