Hz. Peygamberin ‘ümmet’ tanımını anlayabildik mi?
Maalesef modernitenin doğurduğu kriz ve hayal kırıklığı en çok İslam toplumlarını etkilemiş ve derin travmalar oluşturmuştur. Bugün itibariyle İslam toplumlarının geldiği nokta ile modernitenin yarattığı dünya arasındaki mesafe kapanmayacak kadar açılmış olmasından dolayı da Müslüman dünya yaşadığı çağa karşı yabancı, hatta düşman bir dil geliştirmiş bulunuyor.
Dolayısıyla modern zamanların gerektirdiği değişim ve dönüşümü gerçekleştiremeyen Müslüman halklar, zamanın ruhunu oluşturan kurucu ilkeler konusunda zihinlerinde derin boşluklarla yaşamak zorunda kalmışlardır. Oysa zamanın ve fiziki şartların getirdiği zorunlu değişim, hayatın doğal akış ritminin bir sonucudur. Çünkü hayat sürekli akmakta ve insan her an yeni bir oluşla buluşmak durumundadır.
Hal böyleyken, İslam’ın temel insan haklarını, bireysel özgürlükleri, hukuk ve adaleti önceleyen temel ilkeleri açıkça ortaya koymasına rağmen, bugün demokratik dünyada aynı değerlerin önemli hale gelmesini yok farzederek demokrasi taşlamaya kalkmak dinin hikmetiyle de, zamanın ruhuyla da bağdaşmaz. Oysa biliyoruz ki, bugün çok seslilik, hoşgörü, hürriyetlerin teminat altına alınması nasıl demokrasi kültürünün bir parçasıysa, dini düşünce açısından da bu değerler bir rahmettir.
Müslüman toplumların yaşadığı krizi derinleştiren en temel unsurlardan birisi hiç kuşkusuz ilahi iradenin gösterdiği istikametle arasına mesafe koymasıdır. Bu meyanda herkesin bildiği bir hakikati tekrarlamakta yarar var. Bilindiği gibi Hz. Peygamber Medine’de Müslümanları, Yahudileri ve Hristiyanları tek bir çatı altında toplayarak tamamını ‘ümmet’ olarak tanımlamış ve o meşhur ‘Medine Sözleşmesi’ni imzalamıştır.
Sözleşmeyi yeryüzündeki ‘ilk anayasa’ olarak tanımlayan Muhammed Hamidullah’a göre bu aynı zamanda bir ‘vatandaşlık’ tanımıdır. Mukavele konusunda Hamidullah ‘İslam Peygamberi’ adlı eserinde şunları söylüyor: “Bu sözleşmeyle kabile denen sosyal yapı, artık hiçbir şekilde doğum veya kalıtım esasına dayalı akrabalararası ve dışa kapalı mahiyette bırakılmayarak yepyeni bir ideolojiye bağlanıyordu. Bu yeni kabile anlayışına göre sosyal bünye tamamen ferdin rıza ve iradesine dayalı dinamik bir organizasyon haline inkılab ettirilmekteydi. Mesela görüyoruz ki Medine’ye gelenler arasında sadece Mekkeliler değil fakat örneğin Habeşistan’dan gelenler de bulunuyordu. Bunlar Medinelilerle birlikte yeni bir kabile anlayışı için kaynaştırılmıştı. Tam bir benzetişle ifade edecek olursak bu küçük fideden İslam milliyeti (ümmet) diğer bir ifadeyle Müslüman vatandaşlığı ağacı yetiştirilmiştir. Böylece diğer toplumlarda mevcut ırk, deri rengi, dil ve doğum yeri birliği gibi değiştirilmesi mümkün olmayan ve insan irade ve seçimi dışında kalan bir takım mefhumlar yerine ümmet anlayışına dayalı sosyal mukavele esası getirilmiştir…”
Maalesef Müslümanlar, Hz. Peygamber’in insan hakları temeline dayalı uygulamalarını sonraki dönemlerde bir başarı hikayesine dönüştürememişlerdir. Daha da önemlisi, İslam toplumları bireysel kimliklere ve alternatif düşüncelere açık olmayı başaramadıkları için hem dinin mesajı ile aralarındaki mesafe giderek açılmış, hem de yaşadıkları çağın dışında kalmışlardır.
İslam dünyasının bugün içine düştüğü trajik durum, aslında bunun en önemli göstergesidir. Çünkü Hz. Peygamberin özgürlükçü ve bütün kimlikleri, anlayışları kuşatıcı tavrına rağmen, tarihsel süreç içinde İslam toplumlarında kimlikler inadına baskı altına alınmış, hür düşünceyi boğan müstebit bir zihniyet hakim olmuştur.
Kabul etmek gerekiyor ki, bugün İslam dünyasının ‘farklılıklar’ karşısında sergilediği hoşgörüsüzlük tavrı ve hatta nefret söylemi, maalesef İslam algısını derinden yaralamaktadır. Oysa tarihin başlangıcından bu yana farklı dinler, farklı görüşler ve kimlikler hep var olagelmiştir, yani realite budur. Ayrıca unutmamak gerekiyor ki, Kur’an’da “Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı” ifadesi, insanlık dünyasındaki farklılıkların Allah’ın varlık ve kudretinin işaretlerinden birisi olduğunu göstermektedir.