İslam’da bireyin bağımsızlığı ve özgürlüğü esastır
İslam’ın özü bireyin bağımsızlığı ve özgürlüğü üzerine bina edilmiştir. Çünkü özgür olmak sorumlu olmanın temel şartıdır. Ve Allah indinde ancak özgür olan bireyler sorumlu olabilirler. Dolayısıyla, iyiyi ve kötüyü seçebilme, özgürlüğüne ve muhtariyetine sahip olmayan insanlar Allah’ın emirleri ve yasakları konusunda mükellef değildirler.
Değerli araştırmacı Hüseyin Sarıgül ‘İslam Demokrasi ve Ötesi’ adlı çalışmasında, İslam’a göre her bireyin kendi başına mutlak bir otonomiye sahip olduğunun altını çizerek diyor ki: “Kimsenin kimseyi rızası dışında/ zorla yönetmeye hakkı yoktur. Bu anlamda yönetme bir görevlendirme işidir ve ancak karşılıklı rızaya dayanır (biat ile mümkündür). Kişinin kendi kendisini yönetme hakkı, doğal ve devredilemez bir haktır.
***
Birey her yönüyle ismet (dokunulmazlık) sahibidir. Yalnızca; kanı, dini, aklı, ırzı ve nesli itibariyle değil; bütün maddi ve manevi varlığıyla dokunulmazdır.”
Hiç kuşkusuz yazar bu yaklaşımını Peygamberimizin Veda hutbesindeki şu sözlerine dayandırmaktadır: “Ey insanlar! Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız...; bu belde (Kabe/Arafat), bu ay (hac ayı/ zilhicce), bugün (hac günü) nasıl mukaddesse, öylesine mukaddes ve dokunulmazdır.”
Hal böyleyken, bugün İslam toplumlarında insan haklarının korunması, bireyin özgürlüğü ve bağımsızlığı, hak-hukuk kavramının gözetilmesi gibi temel konularda yeterli ölçüde dini bir duyarlılığın oluşmaması üzüntü vericidir.
Eğer bugün İslam ülkelerinde insan hakları ihlalleri alıp başını gitmişse, özgürlüklere karşı uygulanan baskılar dayanılmaz boyutlardaysa, yönetimde açıklık ve şeffaflığın üzeri kalın örtülerle kapatılmışsa, evrensel normlarda bir hukuk sistemi inşa edilememişse bu İslam’ın değil, insanların ve de yönetimlerin kabahatidir.
Maalesef Kur’an ve Sünnete dayalı bilgiyi modern dünyanın diliyle günümüze aktarmayı beceremediğimiz ve de tarihsel tecrübemizi yaşadığımız çağla barıştıramadığımız için özellikle dış dünyada İslam algısı negatif bir iklim oluşturmuş bulunuyor. Bu durum karşısında “Bütün dünya İslam’a düşman, dinimizi yok etmek istiyorlar” diyerek kendimizi rahatlatabiliriz. Ama bu bizim sorumluluğumuzu azaltmaz. Evet İslam’a karşı negatif bir tavır olabilir. Özellikle son dönemde Batı dünyasında yükselen İslamofobik tavırlar bunun en önemli göstergesidir. Ancak bu fotoğrafın sadece bir tarafıdır. Esas, fotoğrafın bizi gösteren tarafı önemlidir. Aynayı kendimize yansıttığımızda Müslümanların nasıl göründüğüne, insanlar nezdinde ne ölçüde güvenilir olup olmadığına bakmak durumundayız.
Unutmayalım ki, İslam’ın Peygamberi bütün insanlar tarafından “Muhammed’ül Emin” diye anılan bir kimseydi. O, getirdiği dine inanmayanlar nezdinde bile ‘güvenilir’ bir insandı. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca ‘Yüzleşme’ kitabında bu konuda çok önemli bir tespitte bulunuyor: “Ona bir çok iftira ve bühtanda bulundular, ama güvenilmez ve doğru söylemez demediler. ‘O güvenilir bir kimsedir, doğru söyler’,’şu dağın arkasında bir ordu var’ dese, inanırız. Ama getirdiği akide, getirdiği din bizim kurulu düzenimizi ve ticaretimizi öldürüyor, bizim itibarımızı yok ediyor. O bütün insanları eşit tutuyor, hürleri köleyle eşit yapıyor; zengini fakirle eşit görüyor. Onun için bu yeni daveti kabul edemeyiz dediler.”
***
Artık biliyoruz ki, Müslümanlar olarak geleneksel İslam kültürünün kalıpları dışına çıkarak, modern dünyayı okumakta çok geç kaldık. Eğer günümüzde zihinsel bir yenilenmeyi gerçekleştiremezsek, yaşadığımız çağda Müslümanca düşünmenin ve davranmanın yollarını da bulamayacağız demektir. Kısacası sivil ve gelişmeye açık yeni bir dile ihtiyacımız var. ‘Vesayetle, sıhriyetle veya manevi işaretlerle intikal eden’ bir din anlayışıyla modern dünyaya söyleyecek bir sözümüz olamaz.