Konuşmak tehlikelidir ama imkansız değil...

Hayatımız yoğun bir sis içinde eriyip gidiyor sanki... İstanbul’un sisli sabahlarında güneşin perdeleri yırtarcasına sisin içinden başını uzatıp gülümsemesi gibi kendimize bir yol bulmaya ve hayata merhaba demeye çalışıyoruz.

Ama her şey o kadar zor ve içinden çıkılmaz bir halde ki, yol bulmakta, güneşe ulaşmakta zorlanıyoruz. Yıllardır yaşanan kültürel yarılmanın neredeyse iliklerimize kadar işlediği bir toplumda kendimizi ifade edebilmek ve bulunduğumuz yeri tanımlayabilmek için mutlaka ideolojik bir etikete ihtiyaç duymak insana acı veriyor.

***

Yaşamla ölüm arasında kendimizi anlatmak için çaresiz kaldığımız anlarda belki de şiirlerde, edebiyat metinlerinde yolculuklara çıkarak biraz olsun nefes alabiliriz. Cesare Pavese günlüklerini topladığı ‘Yaşama Uğraşı’nda tam da bu çaresizlik anlarını tarif ediyor olmalı:

“doğum, yaşam, ölüm üçgeninin dışına çıkamıyorum. artık söylenmeyen kelimelerin kendimizi anlatma yolu olduğu bir dünyada, diğerine ulaşmak için nasıl bir yol seçmeli? en çok söylemek istediklerimizi en son söyleyip, hiç kimselere sırlarımızı anlatmazken en yakınımızdakilerden tecrit olma sebebimiz ne olabilir? konuşmamak günlük işlerden biri. ben de konuşmuyorum artık.”

Ama hayır, zihniyet dünyamızı istila eden ucuz ideolojik tasarımlara, siyasetten ekonomiye, sanat ve eğitimden toplumsal hayata kadar her alandaki kalite kaybına rağmen, en azından medeniyet hafızamızı tazelemek için konuşmalı, küçük de olsa bir ışık yakmayı denemeliyiz.

Evet konuşmak tehlikelidir ama asla imkansız değil... Karanlıklar ürkütücüdür, ama bakmasını bilenler için o karanlıkta bile müstesna bir şiirin ışığını yakalamak her zaman mümkündür.

Beşir Ayvazoğlu ‘Geceleyin Dersaadet’ kitabında, Tanpınar’ın ‘Karanlıkların Tadı’ndan şu nefis cümleleri aktarıyor:

“Yumuşak ve munis gece, büyük ve engin karanlık, seni ne kadar methetsem azdır. Sen tehlikenin ve vehmin annesi olduğun kadar, tesellinin, hülyanın ve şiirin de cömert kaynağısın. Senin her şeyi silen, çizgileri ilga eden ve şekilleri yumuşatan eteklerin hayatımıza yayılınca ne mucizeler, neler olmaz ki... Sen büyük ve mukadderata hakim ellerinle aydınlığın meş’alesini zamanın hudutlarına çarparak söndürünce her imkansız rüya tahakkuk eder, ölüler dirilir, eşya bir vahdete mal olur ve insanlar hakiki hüviyetlerini bularak kendi kendileri olurlar.”

***

Karanlıklar olmasaydı, aydınlığın ne kıymeti olurdu ki... Yeter ki karanlıkların içindeki o müstesna şiirin cevherine talip olalım. Biliyoruz ki içinden geçtiğimiz dönemde hayatımızın kederlerini tetikleyen, büyük bir medeniyetin varisleri olarak tahammül sınırlarımızı zorlayan seviyesizlikler karşısında her gün yeni hüzünler yaşıyoruz. Kalitesizliğin adeta dip yaptığı bir ortamda her şeye rağmen, değerli bilim insanlarının, büyük şairlerin, romancıların, mimaride büyük dehaların, müzisyenlerin eteklerine tutunarak toplum olarak hepimizi yeni bir medeniyet iklimine taşıyacak arayışın içinde olabiliriz.

‘Artık bu kadar seviyesizliğe dayanamıyorum’ diye isyan etmek istediğiniz anlarda kalkın ve medeniyetimizin bir şaheserini izleyin, Itri’yi, Dede Efendi’yi dinleyin ya da Yahya Kemal’den bir şiir okuyun. Örneğin ben şu anda Yahya Kemal’in 1927 yılında Varşova’da yazdığı ‘Kar Musikileri’ şiirini okuyorum:

/Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu,

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,

Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı,

Bir erganun ahengi yayılmakta derinden...

Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,

Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta./

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum