OHAL neslinin nasıl bir Türkiye hayali olur?
FETÖ ihanet örgütünün 15 Temmuz’da doğrudan demokrasiyi ortadan kaldırmayı hedefleyen darbe girişimi sonrasında ülkenin OHAL uygulamasına mecbur kaldığını artık hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla bu din pazarlayıcı çetenin devlet içindeki bütün uzantılarını temizlemek ve ülkeyi bu beladan kurtarmak için, belli bir süre bu olağanüstü duruma tahammül etmek zorunda olduğumuz bir gerçek.
Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki, olağanüstü şartların kalıcı hale gelmesinin ne tür sosyolojik sonuçlar üreteceğinin de iyi analiz edilmesi gerekiyor. Her ne kadar bugünkü OHAL uygulamaları, tamamen FETÖ’nün kirlettiği çevreyi temizlemeye yönelik olsa da, uzun vadede ülkedeki genel toplumsal iklimin bu havadan etkilenmemesi mümkün değil.
***
Ayrıca OHAL’in doğası gereği kendiliğinden oluşan kontrolcü yapı, çok doğal olarak insanların bizzat kendi özgürlüklerini kontrol altında tutması gibi tatsız bir iklim oluşturabilir.
Oysa farklı kimliklere, farklı meşreplere mensup insanların fikirlerini birtakım korku algılarına maruz kalmadan özgürce beyan etmeleri siyasi çoğulculuğun bir gereğidir. Bütün bunlara devlet içindeki bürokratik mekanizmanın işleyişinden doğan zaaflar da eklendiğinde, telafisi imkansız mağduriyetlerin yaşanması kaçınılmaz hale gelebilir.
Bizzat resmi ağızlardan da ifade edildiği gibi, “At izinin it izine” karıştığı örnekler ortaya çıktı ve insanlar büyük mağduriyetler yaşadılar. Elbette bu tür hataların tek sorumlusu OHAL değil ama eğer olağanüstü şartların oluşturduğu atmosfer doğru yönetilemezse, giderek adaletin tecellisine tesir eden tehlikeli sonuçlar üretebilir.
Bu çerçevede özellikle siyaset yapıcıların en hassas olması gereken temel mesele, bireysel özgürlüklerin muhafazasıdır. Zira özgürlükler bir vitrin süsü değildir, bizzat içsel olarak yaşanan bir durumdur. Prof. Dr. Tarık Ramazan ‘Yetkin Düşünce’ dergisine verdiği röportajda bu konuda önemli bir tespitte bulunuyor: “Market özgürlüğü ve manevi özgürlük arasındaki farkı en derin şekilde anlamalıyız. Bunların biri ’sahip olmak’ üzerine diğeri ise ‘var olmak’ üzerinedir. Biri çevreyle ilgiliyken, diğeri bizzat hayatla, varoluşla ilgilidir.”
Maalesef Müslüman ülkelerdeki özgürlük problemlerinin temelinde, halen yaşanmaya devam eden sürekli OHAL ve sıkıyönetim halinin derin etkisi bulunmaktadır.
Hemen belirtmek gerekiyor ki, eğer OHAL bir zaruret haline gelmişse elbette uygulanır. Bu süreçte esas problem, bu olağanüstü şartlarda yetişen nesillerin nasıl bir Türkiye tasavvuru olacağını iyi düşünmek gerekiyor.
Belki çok farkında değiliz ama ülkede adeta bir dip dalga halinde derin bir ayrışma ve kutuplaşma yaşanıyor. Özellikle genç nesiller kendi ideolojik mahallesine, kendi aşiretlerine ya da kendi cemaat aidiyetlerine kapanıyor.
***
Kuşkusuz bu içine kapanmanın, ayrışmanın en tehlikeli tarafı da farklı kamplarda yer alan gençlerin ‘öteki’ mahalledekilere karşı bir rövanşizm duygusuyla kendilerini keskinleştirmeleridir. Açıkçası kendi mahallelerine kapanıp “Devran dönecek, bir gün bize de sıra gelecek” diye yumruklarını sıkıp bekleyen genç kuşakların varlığı beni endişelendiriyor.
Şu kesin; kim bizzat terör üretmişse, darbe girişimi içinde olmuşsa ve bu ülkenin bekasına kastetmişse en ağır şekilde cezalandırılmalıdır, adaletin tecellisi de bunu gerektirir. Ama eğer bunu yaparken ‘at izini it izinden’ ayıramazsak, gelecekte hiç beklemediğimiz sosyolojik sonuçlar ortaya çıkabilir.