Rusya’nın yine çılgın talepleri olabilir mi?
Türkiye’nin son dönemde dış politikada istenilen ölçüde dostlarının sayısını artıramasa da, düşmanlarının sayısını azaltması önemli bir kazanım. Ayrıca altını özellikle çizmek gerekiyor ki, dostlukları artırmak sadece bir tarafın istemesiyle ne yazık ki her zaman mümkün olmuyor. Çünkü dostluklar sadece iki tarafın ellerinin birleşmesiyle gerçekleşebilir.
Üç yüzyıllık bir tarihi tecrübeye bakarak söylemek gerekirse, Türkiye siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel ve güvenlik kriterleri çerçevesinde kendisini hep Avrupa içinde mütalaa etmiştir. Kurtuluş Savaşı siyasi, askeri açıdan Batılı devletlere karşı yapılmış olmasına rağmen, Avrupa istikameti yine de bir şekilde muhafaza edilmiştir.
NATO’ya dahil olma da, 1960’larda başlayan Avrupa Birliği’ne girme çabaları da bu istikametin bir sonucudur. Dolayısıyla tarihsel dinamikleri dikkate almadan, zaman zaman sert esen rüzgarlara göre Türkiye’nin dış politika tercihlerini değerlendirmek bizi doğru sonuçlara götürmeyebilir.
Biliyoruz ki Türkiye’nin şu anda Avrupalı müttefikleriyle ve Amerika’yla siyasi sorunları var. Çünkü müttefiklerimizin gerek terörle mücadelede, gerekse AB müzakereleri konusunda müttefikliğin gereklerini yerine getirdiklerini söylemek maalesef mümkün değildir.
Buna mukabil Türkiye’nin, Rusya ve İran’la olan ilişkilerini reel dış politika zemininde zenginleştirmesi elbette doğru bir adım ancak bir o kadar da kırılgan. Zira Suriye krizinin yönetilmesinde Türkiye, Rusya ve İran ne kadar önemliyse, Amerika’nın da masada olması bir o kadar önemlidir. Unutmayalım ki Suriye’de yaşanan insanlık dramının en önemli sorumlularından birisi Amerika’dır. Ayrıca Suriye sınırımızda oluşturulmaya çalışılan ‘terör koridoru’nun baş sorumlusu olan PYD-YPG yapılanmasının bir tarafında yine Amerika bulunmaktadır.
Evet, Suriye’de yükümlülüklerini yerine getirmeyen Amerika’ya karşı Türkiye toplumunda haklı bir kızgınlık var. Ancak bu öfke, Türkiye’nin bütün diplomatik adımlarını Rusya’ya bağımlı hale de getirmemelidir.
Unutmayalım, NATO’ya girme isteğimizin temel nedenlerinden birisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı sergilediği çılgın tavırlardır.
Bilindiği gibi Sovyetler Birliği daha savaş sona ermeden
19 Mart 1945’te Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i kabul eden Molotov, Sovyet hükümetinin 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı feshettiğini bildirmiştir.
Ve 7 Haziran 1945’te Molotov, Büyükelçi Sarper’e iki ülke arasındaki yeni bir antlaşma yapılabilmesi için; Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak için de Sovyetlere Boğazlarda deniz ve kara üsleri verilmesi, Montreux Sözleşmesi’nin değiştirilmesi, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne iade edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Denebilir ki, “Artık başka bir dünyada yaşıyoruz, dolayısıyla bu tür hevesler gerilerde kaldı.” Evet teorik olarak bu doğru, ama Rusya Kırım’ı daha iki yıl önce yani 2014’te ilhak etti. Korku üretmek üzere bu tür tarihi gerçeklerin altını çizmek niyetinde değilim elbette. Herhalde Rusya şimdi çıkıp, İkinci Dünya Savaşı sonrasındakine benzer çılgın taleplerde bulunmayacaktır. Ancak bu tarihsel tecrübeleri yine de bir yere not etmekte yarar var.
Ayrıca uçak krizi sonrasındaki Rusya’nın Türkiye’ye karşı sergilediği tavrı, hafızalarımızın bir kenarına yazarsak iyi olur...