Gog

Okuduğum kitaplardaki tuhaf kahramanlardan biriydi Gog. Saf, câhil, milyarder ve Amerikalı. Kitap ilk olarak 1931’de yayınlandı. (2. Cildi ise 1951’de yayınlanmıştır. Yazarı Giovanni Papini sıradışı düşüncelere sahip, aşırı polemikçi bir adamdı. Kitabı okurken, yazarın merak ettiği, tartışmak istediği ne varsa Gog üzerinden bunu yaptığını düşünmüştüm.

Canının istediğini yapıyordu Gog. Büyük siyasetçi, felsefeci, bilim adamı, büyücü, doktor, sanatçı…Canının istediği herkesle görüşüyor, sorular soruyor, paralar harcıyor, içindeki soruların cevabını arıyor. Buluyor mu peki? Hayır. Ama bu arayışları sırasında yaşananlar, ortaya çıkan olaylar, anlamlar, fiyaskolar, anlamsızlıklar, çelişkiler, hakikat pırıltıları, çılgınlıklar, egoizm, nihilizm…Bu çılgın ve varlıklı adamı istismar etmeye çalışanlar… Ama Gog’un değişik mantıklarla herşeyi boşa çıkarması ve fakat arayışına, alaylarına, akıl yürütmelerine devam etmesi…Hepsi bir arada, yani işte o hep içinde olduğumuz bir dünya hâli. Bir Kafdağı çorbası yahut modern dünya aşuresi olarak da okunabilir. Bütünüyle saçma, eksantrik, kıyl-u kâl, müthiş gibi okuyanın düzey ve algısına göre değişik nitelemelerle de kapağı kapanabilecek bir kitap.

İşte bu kitabın tiyatrosu yapılmış.

Salı akşamı için aldığım nâzik gala davetine merakla icabet ettim. Bu çılgın, kaotik kitabın nasıl sahnelendiğini gerçekten merak ediyordum.

Gong sesinin ardından (yoksa Gog sesi miydi?) perde açıldı ve oyun başladı. Eh, sonra da devam etti tabii.

Sinemadan sonra tiyatro, görsel ve işitsel anlatı tekniği bakımından epey demode olsa da son zamanlarda ilginç bir şey görüyorum; Sinema kendi teknik bütünlüğü içinde fotoğraf, müzik, dans, tiyatro, efekt, resim, edebiyat…Yani sanat ve düşünce adına ne varsa hepsini bir araya getirip sinema şemsiyesi altında kullanabiliyordu.

Şimdilerde ise tiyatro bazı sinema tekniklerini sahnede kullanmaya başladı. Yeni nesil multimedya sahne sanatı veya şovu diyebileceğimiz bu yaklaşımın birkaç başarılı denemesini (Geçilmez, Zamanın Kudüs’ü …) ülkemiz sahnelerinde gördük, daha da göreceğiz.

Gog’ta da multimedyatik yönelimin bazı küçük ara uygulamaları vardı.

Tiyatroda oyuncu sesinin duyulma açmazını burada da gördüm. Tavandan sarkan minik mikrofonlar yerine gereken oyunculara görünmez biçimde monte edilecek kişisel mikrofonlar galiba daha iyi sonuç verir.

Gog karakterini canlandıran Abdül Süsler başta olmak üzere bütün oyuncular özenli ve başarılı bir performans içindeydi. Tiyatral Sanatlar Akademisi Vakfı’nın bu sıradışı oyunu umarım hakettiği ilgiyi görür.

Tiyatro öldü deniyor, modası geçti deniyor. Ama irili ufaklı bir çok topluluk ‘iki kalas bir heves’ etrafında bitmeyen bir çabayı sürdürüyor. Kuşkusuz tiyatroyu yapmak kadar izlemek de bir gelenek. Tiyatro izleyicisi de başka bazı alanlarda olduğu gibi televizyon ve dijital kültürle epey ayartılan bir topluluk olmaktan tabii ki kurtulamadı.

Çok üstdüzey sanat işleri yapılsa bile, bunu izleyecek, anlayacak, sevecek donanımda insanlar olmadığı sürece zor, ne heves kalır insanda, ne de enerji.

Okullarda verilen kültür sanat içerikli her şeye yeniden eğilmek, (pazar mantığının içinden konuşursak) yalnızca üretim için değil, ‘tüketim’ için de geçerli.

Yoksa ne olur? ‘Efendim biz yapıyoruz ama halk anlamıyor’ nakaratını dinlemeye devam edilir. Halk anlar efendim, Urfa’da Şekspir vardı da izlemediler mi, pardon Oxford muydu o? Bir de şey vardı: Bayburt Bayburt olalı… Neyse Dedem Korkut gelsin soy soylasın boy boylasın. Bize de kaliteli yeni oyunları beklemek düşsün.

18-01/25/25krr13-mevlanaa.jpg

ZAMBAK

(…) Kuş gibi, zambak da sessiz. Orada durur ve solarken bozmaz sessizliğini. Masum bir çocuk gibi, duygularını gizleyemez. Gizlemesi de gerekmez. Gizleyememesi şansınadır, çünkü bu ustalık pahalıya mal olur. Duygularını gizleyemez, renginin değişmesini engelleyemez ve bu değişim ötekilerin onun hafif hafif solmasından zaten anlamış olduğu şeyi, yani acı çektiğini ele verebilir. Zambak sessiz kalır. Acı çektiği gerçeğini saklamak için dik durmaya çalışabilir, ama bunu yapacak kuvveti, kendi üstünde böyle bir gücü yoktur. Mecalsizlikten boynu bükülür ve gelip geçenlerin arasında onun hâlini farkedecek kadar empatisi olan varsa bunun ne demek olduğunu anlar, belagatlidir yeterince ama zambak sessiz kalır.

Böyledir zambak. Peki o halde neden insan acısı bunca korkutucu görünür zambağınkine kıyasla? Sırf konuşamadığı için olabilir mi bu? Eğer zambak konuşabilseydi, insanlar gibi o da susma sanatını öğrenmekten uzak kalsaydı, o vakit onun acısı da korkunç görünmez miydi? (…) Kierkegard’dan Hayat
Dersleri-Robert Ferguson - Elif Ersavcı-Sel Yay.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum