Beşikten sosyal medyaya kadar ilim…
Geçen hafta Kültür ve Turizm Bakanlığınca düzenlenen III. Milli Kültür Şûrası’na davetliydim fakat icabet etme imkânı bulamadım. Basından takip edebildiğim kadarıyla Sayın Cumhurbaşkanı’nın açılış konuşmasında değindiği bazı hususlar gerçekten önemliydi. Mesela şu ifadeler kulağa küpe edilesi türdendi: “Çağımızın en büyük sorunlarından biri kültürel sığlaşmadır. Hiçbir derinliği ve kalıcılığı olmayan, günlük üretilip günlük tüketilen işlerle bir kültür ve medeniyet inşa edilemez. Kalıcı ve uzun vadeli işlere yoğunlaşmak zorundayız… İrfandan yoksun bir kültür hamallıktan başka bir şey değildir… Ahlaktan yoksun bir kültür anlayışı bizi ancak yozlaşmaya götürür… Televizyonun, internetin, özellikle de sosyal medyanın kültürümüzü adeta yiyip bitirmesine göz yumamayız...”
***
Bu ifadeler, kanaatimce ilim, kültür ve medeniyet tasavvurumuzda ortaya çıkması muhtemel arızalara işaret etmekten ziyade, hâl-i hazırda yaşadığımız sıkıntılara atıf yapmakta, dolayısıyla ilim ve kültür hayatımızda işlerin pek yolunda gitmediği anlamı taşımaktadır. Malum, dinî kültürümüzde, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” mealinde bir söz vardır. Genellikle hadis diye nakledilen bu özlü söz, bütün bir hayat boyunca ilim peşinde koşulması gerektiğini anlatır. Ancak bu sözün günümüz sosyolojisindeki karşılığı, beşikten kalkar kalkmaz asgari bir sosyal medya hesabı açmak ve motto tarzında birkaç paylaşımın ardından, sözgelimi “face… hocası” olmak gibi bir anlam taşır. Oysa ilim hakkında şöyle bir çarpıcı söz daha vardır: İlim üç karıştır. Birinci karışa ulaşan kimse kibre kapılır, ikinci karışa ulaşan kimse tevazu sahibi olur. Üçüncü karışa kadar mesafe alan kimse ise hiçbir şey bilmediğinin farkına varır…
İlginçtir, beşik ve ilim, Osmanlı geleneğinde de “ilim yolunda çalışıp didinmek”ten ziyade, Kadir gecesinde doğmuş(!) bazı zevatın dünyaya gözlerini açar açmaz “âlim/müderris” payesiyle ödüllendirilmesini ifade eden bir kavram çiftidir. XVII. yüzyıldan itibaren Osmanlı idare ve eğitim sisteminin yozlaşmasına koşut olarak talim, tedris, mülazemet gibi hiçbir şart ve usul gözetilmeksizin padişah hocaları, şeyhülislamlar ve tanınmış âlimlerin çocuklarına “müderris” payesi verilmiş ve “Âlimin oğlu âlim olur” ya da “Ulemadan ulema çıkar” gibi bir zihniyetin eseri gibi görünen bu uygulama beşik ulemalığı sistemi diye tarihe geçmiştir. Bu sistem bir taraftan yozlaşmış ulemanın devleti kemirmesine bir taraftan da ilim ve kültür hayatının alabildiğine sığlaşıp tefessüh etmesine sebebiyet vermiştir.
***
İlim ve kültür hayatındaki sığlaşma ve kokuşma maalesef günümüz toplumunda da fazlasıyla mevcuttur. Sosyal medya bu sığlaşma ve kokuşmayı hızlandıran ve tüm toplumsal katmanlara yayan bir unsurdur. Ancak burada şöyle bir kritik mesele vardır: Sığlaşma ve kokuşma sosyal medyanın tabiatından mı kaynaklanmaktadır yoksa bu mecra bizdeki sığlığın aynası ve dışarıya yansımasıdır? Bence sorunun kaynağı sosyal medyanın tabiatından çok, bizim insânî, irfânî ve ahlâkî kalite endeksimizde aranmalıdır. Çünkü insanın içinde ne varsa dışa vurduğu şey de odur. Bu arada, “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde…” meselesini de unutmamak lazımdır.
Akıl kelimesi Arapça’da “tutmak, alıkoymak, bağlamak” anlamı taşır. Dolayısıyla “âkil” denilince, kendini kapıp koyveren değil, heva hevesini zapteden, neyi nasıl yapması gerektiğini düşünen, iyiyi kötüden temyiz gayreti gösteren kimse anlaşılmalıdır. Ancak sosyal medyayla imtihanımız dikkate alındığında, akıldan ve âkillikten yana pek nasipli olmadığımız anlaşılır. Sadece akıldan yana değil; adab, erkan ve ahlaktan yana da maalesef çok fukarayız. Sosyal medya hâl-i hazırda bütün hayatımıza hükmeden görüntü ve gösteriş medeniyetinin en kullanışlı aparatlarından biri olduğu için, ilim de âlimlik de maalesef nümayiş, temaşa ve tezahürat konusu olmuş durumdadır. Aslında sorun bizatihi sosyal medyada görünür olmakta değil, aksine bu mecranın çirkeflik yapmak, popüler olmak gibi süflî amaçlarla kullanılmasındadır. Nitekim sosyal medya mecralarında sürekli olarak sağa sola sataşmayı kendine meslek edinmiş sayısız insanın çoğunlukla fake/sahte hesaplar üzerinden yaptıkları sözde dinî-fikrî içerikli paylaşımlara kabaca göz attığınızda, başta gıybet, küfür, tekfir olmak üzere her türlü fitne ve fesadın gırla gittiğine şahit olursunuz. Bu manzara karşısında ister istemez, “Siz bu çirkeflik içinde baştan sona dinden diyanetten dem vursanız ne yazar? Bunca rezilet içinde baştan sona ayet, hadis paylaşsanız ne çıkar? Böyle paylaşımların ilme, irfana, insanlığa ne hayrı var?” demekten kendinizi alamazsınız.
KARAR bu hafta bir yaşını doldurdu. Ömrü uzun olsun, nice yıllara…