Dua nedir, ne değildir?
Özellikle başımız sıkıştığında behemehâl Allah’ı hatırlayıp yana yakıla dua ve niyazda bulunmaya ihtiyaç duyuyoruz; fakat duanın gerçek mahiyeti ve dinî tecrübedeki yeri konusunda çok farklı şeyler söylendiğini de biliyoruz.
Hatta duanın anlamlı ve faydalı bir şey olup olmadığı hususunda ilginç şeyler işitiyoruz. Klasik İslami kaynakları karıştırdığımızda, dua konusunun asırlar öncesinde de aynı minvalde tartışıldığını görebiliyoruz. Mesela, Fahreddîn er-Râzî’nin aktardığı bilgilere göre bazı kimseler duanın anlamsız ve faydasız olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Buna göre dua yoluyla talep edilen şeyin vuku bulacağı Allah nezdinde biliniyorsa bunun için duaya gerek yoktur; çünkü nasıl olsa o şey vuku bulacaktır. Yok, eğer vuku bulmayacağı Allah tarafından biliniyorsa bunun için dua etmek yine faydasızdır; çünkü o şeyin vukuu imkânsızdır. Meydana geleceği Allah tarafından ezelde takdir edilen şeyin vukuunu önlemek mümkün olmadığı gibi ilahi planda takdir edilmeyen şeyin vukuunu sağlamak da mümkün değildir. Kısacası, dua ezeli takdiri değiştiren bir şey değildir. Ayrıca bütün her şey Allah nezdinde malum olduğuna göre dua yoluyla ihtiyaçlarımızı bir bakıma O’na hatırlatmak kulluğa yakışmaz. Keza dua insanın kendi muradını Allah’ın muradına tercih etmek anlamına geldiğinden, edebe de aykırıdır.
Bilindik kaza-kader anlayışı çerçevesinde formüle edildiği anlaşılan bu görüş ilk bakışta makul karşılanabilir; fakat bize göre pek sağlıklı ve tutarlı değildir. Öncelikle dua insanın acz ve ihtiyaç içinde oluş halini Allah’a arz etmesidir. Muhammed İkbal’in ifadesiyle, dua, kâinatın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulmak için hissettiği derin hasret ve iştiyakın ifadesidir. Bu sebeple, duanın Allah tarafından bilinmeyen bir şeyi O’na hatırlatmak ya da kendi muradımızı Allah’ın muradına tercih etmek gibi bir anlam taşımadığını belirtmek gerekir. Öte yandan, Allah kaza ve kadere mahkûm değildir. Nasıl ki geleneksel inanç ve anlayışa göre kaderin olaylara önceliği varsa Allah’ın da kaza ve kadere önceliği vardır. Ayrıca şunu bilmek gerekir ki Allah’ın insan ve tarihle ilişkisi keyfi ve gelişigüzel değil, ilkeli/prensipli şekilde kurulur ve bu prensipli ilişki Kur’an’da da aynı manada geçen “sünnetullah” kavramında ifadesini bulur. Buna göre insanın duayla Allah’a yönelmesi ve talep ettiği şeylerin bu sayede gerçekleşmesi de “sünnetullah” diye tabir edilen ezeli-ilahi prensiplerin tahtında bulunur. Başka bir ifadeyle, Allah, insan ve toplumla ilişkisini değişmez prensiplerle (sünnetullah) belirlediğine göre duanın yeri ve işlevi de bu kapsamda yer alır. Bu durumda, “Dua ezeli takdiri değiştirir mi değiştirmez mi?” gibi bir meseleyi tartışmak anlamsızlaşır.
Diğer taraftan, “dua” kelimesi ve türevleri Kur’an’da salt “nida/çağrı, niyaz/yakarış” manasında kullanılmaz. Dahası, bu kelime pek çok ayette insanın kul olarak Allah’a yönelişini ifade bağlamında “iman, ibadet, taat” manasında kullanılır. Mesela, Türkçe meallerin birçoğunda, “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” diye tercüme edilen “kul mâ ya’beü biküm rabbî levlâ duâuküm” (Furkân 25/77) ayetinde geçen “dua” kelimesi özellikle “iman ve ibadet” manası taşır. Bu demektir ki dua öncelikli olarak fiili/ameli düzeyde anlam kazanır. Daha açıkçası, insan dua yoluyla Allah’tan bir şey talep ediyorsa, bu konuda ilkin fiilen adım atmak, hatta elinden gelen her şeyi yapmak durumundadır. Ancak günümüz müslümanlarında tanık olduğumuz genel dua anlayışı ne yazık ki Mehmed Âkif’in Safahat’taki şu çarpıcı mısralarında karşılık bulur: “Hüdâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak! Onun hazine-i in’âmı kendi veznendir! Havale et ne kadar masrafın olursa... Verir! (…) Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin: “Yetiş!” de kendisi gelsin ya Hızır’ı göndersin! Evinde hastalanan varsa, borcudur; bakacak; Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak. Demek ki her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O; Çoluk çocuk O’na ait, lalan, bacın, dadın O; Vekil-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O; Alış seninse de, mes’ul olan verişten O…”
Merhum Âkif bu serzeniş ve sitemlerinde yerden göğe kadar haklıdır; zira özellikle kandiller ve sair dinî ritüeller vesilesiyle meşhur duahanların uyaklı ve fiyakalı dualarına bakıldığında, Allah’ın -haşa- “vekîl-i umûr” ya da “kâhya” gibi konumlandırıldığına tanık olunur. Kaldı ki eğer salt sükseli ifadelerle dua etmek Allah katında az çok karşılık bulsaydı, bugüne kadar bütün İslam dünyası abat olmuştu… Kuşkusuz dille de dua edilebilir; fakat dua babında dile dökülen şeyin öncelikle eylemsel bir karşılığının bulunması gerekir. Kısacası, gerçek manada dua -tıpkı şükür konusunda olduğu gibi- fiili/ameli düzeyde gerçekleşmelidir. Bu anlamda dua insanın Allah’ı hiçbir zaman hatırdan çıkarmaması, sıhhat içinde aldığı her nefesi bir hamd ve şükür vesilesi sayması demektir. Dua aynı zamanda Allah’a yöneliş ve O’na yakın olma arzusunun eylemsel ifadesidir. Gerçek hayat düzleminde eylemsel olarak icra edilen duada Allah’ın huzurunda bulunduğumuz duygusuyla aczimizi ve ihtiyacımızı O’na arz edebiliriz. Bu arz-ı hal hem O’nun himayesine sığınmak hem de şımarmayıp daimi şükür halinde yaşamak azmini güçlendirir. Hâl-i hayatımızda Allah’la hukukumuzu daha sağlam ve daha sıkı tutma çabasından vazgeçmediğimiz sürece lisani dualarımızın da O’nun katında karşılık bulacağı ümit edilir. Hatta Bakara 2/152. ayetteki “fezkurûnî ezkurküm” (Siz beni anın/hatırlayın ki ben de sizi anayım/hatırlayayım) ifadesi bu konuda ilahi teminat olarak görülebilir. Allah’ı anmak (zikir) demek, O’nun hatırını saymak, yani iman ve taat üzere yaşama gayreti içinde olmak demektir. Hayat böyle bir gayret içinde yaşandığı takdirde, lisani duaların da Allah katında karşılık bulacağı söylenebilir. Vallâhu a’lem…