Karar’a merhaba
Akademik camiaya intisap ettiğim 1990’lı yılların sonuna kadar makale, kitap, köşe yazısı türünden hiçbir şey yazmayan ve fakat hâl-i hazırda sürekli olarak yazmaya çalışan birisi olarak yazı yazmanın hem zor, hem de soğuk ve mesafeli bir iş olduğunu kendi adıma itiraf etmeliyim. Zorluk daha ziyade karmaşık ve girintili çıkıntılı boyutlarıyla zihinde beliren düşünceleri firesiz biçimde satıra dökmenin çok kere mümkün olmayışıyla ilgilidir. Soğukluk ise yazının insan ve toplumla temastan uzak bir mecrada, masa başında kaleme alınması ve bu yalıtımın insaf duygusunu baskılayıp kimi zaman acımasız ifade organizasyonlarına ruhsat tanımasıyla ilgilidir.
İnsan içine çıkıp konuşmak, sohbette bulunmak aslında yazıdan çok daha insani bir fiildir; ancak konuştuğunuz ya da konuşmayı arzuladığınız toplumsal vasat, merhum Fazlur Rahman’ın dediği veçhile, tıpkı İslam dünyasında gözlemlenen “ahlaki azgelişmişlik” gibi ciddi bir illetle malul ise sohbet irfani ve insani tarafımızı besleyen bir imkân olmaktan çok, dedikodu şehvetini kışkırtan bir araç ve kaldıraca dönüşebilmektedir. Bu sebeple, yazının/yazmanın böyle bir toplumsal vasatta konuşmaktan daha nezih ve steril bir fiil/faaliyet olduğu söylenebilir. Nitekim “söz uçar, yazılı kalır” diye bir vecize vardır ki bu meşhur vecize, ahlaki azgelişmişlik ve yaygın kalitesizlik ortamında, “söz, havaya yazı yazmak mesabesindedir” gibi bir manaya gelir.
İşte buna binaen, haftada bir gün (Çarşamba) Karar’da yazmaya karar verdim. Bu kararımda, Karar Gazetesi’nin kurucu kadrosundaki arkadaşlarımın yanında yer almayı ve karınca kararınca onlara destek olmayı da hedefledim. Yazacağım konular hususunda belli bir alan tahdidinde bulunmamakla birlikte, hususen güncel ve reel politikle ilgili yazmakta isteksiz olduğumu belirtmeliyim. Zira hâl-i hazırda kendime nihai hedef edindiğim tefsir çalışmasından zihnen ve fikren kopmak niyetinde değilim. Tefsirle mukayese edildiğinde, güncele dair yazıların da hayli uçucu olduğu müsellemdir. Ayrıca Karar ekibinde reel politikle ilgili yazma ehliyetini haiz en son kişi olduğum şüphesizdir.
Mamafih, genel olarak İslam ve din, özel olarak diyanet ve cemaat gibi alanlarda gündem oluşturan meseleler zuhur ettiğinde, bu tür meseleleri yok saymak ve tabir caizse Bizanslı din adamları gibi meleklerin cinsiyetini tartışmaya benzer konular hakkında yazmak, her şeyden önce insaf ve iz’an açısından izah edilebilir bir tutum olmasa gerektir. Lâkin İstanbul’un fethi, Çanakkale zaferi gibi özel günler ve haftalarda tarifeli yazılar yazmanın, sırf yazmak için yazmak ve mürekkep sarfiyatında bulunmaktan fazla anlam taşımadığını da teslim etmek gerekir.
Bugüne değin yazdıklarımın hemen hepsinin genelde İlahiyat, özelde tefsir alanıyla ilgili olması daha ziyade bu alan dâhilinde yazmamı gerektirse de İlahiyatın dinler tarihinden felsefeye, sosyolojiden antropolojiye kadar çok geniş bir bilgi ve kültür alanını kapsaması, hem yazı imkânımızı hem de yazacağımız konuları genişletmektedir. Ancak tefsir dışındaki alanlarda kalem oynatmamız ancak şahsi kanaatlerimizi belirtmekten ibaret olabilir. Güncel ve aktüel bağlamda sürpriz gelişmeler olmadıkça, konu tercihlerimiz daha ziyade insan, varlık, tarih, din, ahlak, dünyaya ve eşyaya bakış gibi tarih-üstü meselelerle çerçevelendirilebilir.
Şundan eminim ki biz hangi konuda yazarsak yazalım, ne kadar iyi niyetli olursak olalım, saldırıya hazır kıtalar daha şimdiden vaziyet almış durumdadır. Bu ülkede az çok görünür ve tanınır olmanın bedeli maalesef çok ağırdır. Bunun da ötesinde gerek siyaset, gerek diyanet alanında yaygın kabuller ve telakkilerden farklı bir görüşe sahip olmak ve bu görüşü kamuoyuyla paylaşmak, adeta kan davası mantığıyla ele alınmaktadır. Belli ki pek çok insan kavga ve gürültüden haz duymakta ve sanki “altta kalanın canı çıksın” dercesine, Darwin’in biyolojik evrim teorisini bilerek ya da bilmeyerek sosyal alanda tatbik etmeyi ulvi bir çaba olarak algılamaktadır.
Bu vesileyle, bize teveccüh gösterip bu köşede yazmamızı teklif eden kurucu kadrodaki değerli arkadaşlara samimi teşekkürlerimi sunarken Karar Gazetesi’nin “Türk gibi başlayıp Alman gibi bitirmek” sözüne mâsadak olmasını diliyorum.