Acıları paylaşmak yeter mi?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 28 Aralık 2011’de 34 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yine Türkiye Cumhuriyeti ordusuna ait savaş uçakları tarafından vurulduğu ve öldürüldüğü Roboski’ye giderek ailelerle görüştü. Cümle can acıtıcı ama bazı gerçekler can acımadan konuşulamayacak kadar sert.
Kılıçdaroğlu oraya niye gitti, kafasındaki cumhurbaşkanlığı adaylığına destek bulabilir mi, Kürtleri ne kadar ikna eder bunların hepsi elbette önemli sorular. Benzer soruları daha önce de tartıştık, görünen o ki konuşmaya da devam edeceğiz.
Ama Roboski ziyaretinin bu çerçeveyi aşan anlamları var. Günceli, siyasilerin önceliklerini, konjonktürel tartışmaları düşünerek daha genel fotoğrafı ve asıl yarayı kaçırmamak gerek.
Kılıçdaroğlu evlatlarını, eşlerini, akrabalarını kaybetmiş insanlarla bir araya geldi. Sözleri önemliydi.
“Bu olayı aydınlatacağıma dair söz vermek için buraya geldim. Adalet olmalı, olay aydınlatılmalı. Olay aydınlatıldıktan sonra ancak helalleşme olabilir. Ölenler geri gelmeyecek, ben bunun farkındayım. … Adaleti sağlamak bizim görevimizdir. Eğer adaleti sağlarsanız o zaman toplumda kucaklaşmayı, toplumda huzuru, barışı sağlamış olursunuz.”
Adım adım gidersek. Yaşananların devletin kurucusu bir partinin genel başkanı tarafından kabulü; acıların paylaşılması ve ne kadar büyük bir travma olduğunun ilanı anlamında önemli. Hele de olayın yaşandığı dönemin Başbakanı Erdoğan uzun dönem gerçeklere direnmişken.
İkincisi bu acının dinmesi için adaletin sağlanması gerektiğinin ifadesi de çok hayati. Söz konusu ziyaret Kılıçdaroğlu’nu nereye taşır ya da bir yere taşır mı ayrı konu. Son tahlilde ziyaretin bizatihi kendisi zaten hiç şey söylenmese de çok şey anlatıyor.
Konunun Roboski’yi aşan önemi ise muhalefetin orada yaşananın asıl sebebi ile yüzleşmeye ne kadar hazır olduğu ile ilgili. Dolayısıyla başlıktaki soru da burada anlam kazanıyor.
Elbette acıları paylaşmak önemli. Yetmese de önemli.
Uzun yıllar Türkiye’de her kesim diğerinin acısına duyarsız yaşamayı tercih etti. Alevilerin acılarını başka kesimler farklı açıklamalar getirerek normalleştirmeye çalıştı. Madımak’ta olduğu gibi yaşanan cinayetleri değil öncesini görerek ‘olacağı buydu’ demek daha konforlu bulundu.
Başörtüsü yüzünden yaşananları muhatapların çektiklerini anlamak ya da haklarını düşünmek yerine ‘burası devlete meydan okunacak yer değildir’ sloganları ile yok saymak, hâkim unsurların kolayına geldi. ‘Canım okulun içerisinde açıver’ gibi empatiden yoksun sözüm ona çıkış yolları ile ‘başkasının derdi’ yok sayıldı.
Sağdan ve soldan partilerin neden kapatıldığını, bunu hak edecek ne yapmış olabileceklerini konuşmak yerine kapatma davası sonrası sokağa inmemiş olmaları üzerinden hem üzülüp hem takdir edilecek ara yollar bulundu.
İlla her seferinde çok eskilere gitmek de şart değil. Koskoca bir üniversite, İstanbul Şehir Üniversitesi bir paragraf ile kapatıldı. Ne öğrenciler ne hocalar, ne öksüz kalan kitaplar için ses yükseltmek o mahalledekilerin bile aklına gelmedi. “Canım Ahmet Hoca da siyasi rekabete girmeyecekti. Girerse olur bunlar” gibi hukuksuzluklara sadece hukuksuzluk olarak bakamayan duyarsızlıklar yine konforlu uykular sundu.
Ez-cümle Kılıçdaroğlu’nun ziyaretini, sırf bu ortak sicil üzerinden bile değerlendirecek olursak küçümsemeye kimsenin hakkı yok. Acıları paylaşmayı, gerçeklerle yalın haliyle yüzleşmeyi yok saymak en hafif tabirle adaletsiz olur.
Sıradaki soru, bu adımlar asıl meselenin köküne inmeye bir girizgâh olacak mı yoksa yerel sorunların çözümü ile temel problemler gölgede kalmaya devam mı edecek? Daha da açığı, Kürt meselesinin çözümünde, devlet-toplum ilişkilerinde, güvenlik bürokrasisinin sorgulanamazlığında, devleti korumak için yapılacak fedakarlıkların ve işlenecek suçların sınırsızlığında (ki zaten hiç olamaması gerekir) Türkiye’nin yeni iktidar namzeti aktörler neler söylüyor? “Devlet adamı” olmak mı öncelik, devleti millet adına yönetmek mi?
Doğruya doğru. Demokratikleşme için her muhalefet partisinin heybesinde çok güçlü cümleler ve umut verici vaatler var.
Eski AK Parti milletvekili Adnan Boynukara’nın perspektif.online’daki sorusu ise yerinde duruyor: “…iktidar olduktan sonra verilen ilk devlet brifinginde nasıl bir tutum sergileneceği önemli. Mesele şu; anlatılanlara ilişkin bir şey söylenecek mi, anlatılanlar sorgulanacak mı, yoksa anlatılanlara teslim mi olunacak?”
İktidar olmak kolay değil. Olduktan sonra devlete teslim olmamak ise hiç kolay değil. Kılıçdaroğlu’nun önceki günkü ziyareti ileriye dair temkinli bir umut için önemli bir adım.