AK Parti’nin tarihini kim yazacak?
Geçmişte ne olup bittiği, aslında olup biten kadar onu kimin yazdığı ile de ilgili. Özellikle savaşlardan sonra tarihi zaferi kazananlar yazar. Dolayısıyla daha çok savaşın nasıl kazanıldığını ve yapılan kahramanlıkları okuruz.
Belki de daha önemlisi savaşın nasıl kaybedildiğidir ama ya bunu yazacaklar hayatta değildir ya da yazsalar da kimse dönüp bakmaz.
Her şeyden önce AK Parti’nin yazılmaya değer bir tarihi var. Sadece bir grup insanın İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçe sonrasında ortaya çıkan kurumsal yapının seçimlere girmesi, kazanması, kaybetmesi, inişleri, çıkışları, yaşadığı badireler ve zaferlerinin ötesinde bir tarih.
Üstelik bir tek Türkiye için değil küresel bağlamda da yazılması, dersler çıkarılması gereken bir tecrübe.
Başta dindar muhafazakârların demokratik yollarla iktidara gelip sistemle, devletle, vesayetle, küresel dinamiklerle ve belki de daha önemlisi kendileri gibi düşünmeyenlerle nasıl bir imtihan vereceklerine dair hem beklentiler, önyargılar hem endişeler hem de iyimser umutlar son raddesindeydi.
Gelinen noktada AK Parti’nin tarihi yazılmaya değer olmasından bir şey kaybetmedi. Ama yüz ağartan bir geçmiş ve onun üzerinde yükselecek bir gelecek bekleyenler hayal kırıklığına uğradı.
Nedeni niçini uzun mesele. Ama bazen filmin sonundaki kare, öncesindeki kahramanları ve yaşananları sadece bir detay haline getiriyor.
AK Parti tarihini kimin yazacağını takip eden soru hangi bölümünün yazılacağı. İlk on yıl ile 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası sanki başka iktidarlara ait süreçler.
Bir tek muhafazakârların değil Dersim katliamından özür dileyerek Alevilerin, çözüm süreci ile Kürtlerin ve Avrupa Birliği bağlamında yükselen demokratik ve ekonomik standartlarla seküler mahallenin takdirini kazanan AK Parti idi. Herkesin oyunu alamadı ama Türkiye’de çok partili dönemde kolay yakalanamayan beğeni oranlarını bu dönemde gördük.
Gezi davası ile mahkemenin hiçbir suçunu delillendiremediği kişileri hapse atan, Kürt olmayı neredeyse kendi içinde bile sorun eden, irrasyonel ekonomi politikası ile toplumun büyük kesiminin refah standartlarını aşağı çeken, pasaportu bir itibar sembolünden yurtdışına gidip de dönmemenin aracı haline getiren, kendi mahallesinin göz nuru bir üniversiteyi gözünü kırpmadan kapatan, dış politikada Merkez Bankası rezervlerini ikili ilişkileri belirleyen ana faktör yapan da AK Parti.
Saydığım yanlışlar daha ilk günden beri AK Parti’ye ve onun temsil ettiği toplum kesimine karşı olan, bugün karikatür gibi gelen uygulamaları çağdaşlık, cumhuriyet, laiklik diye dayatan kesimlerin haklılığını göstermiyor. En fazla kendine benzetme, kendi doğrusunu dayatma arzusunun tek kesime özgü olmadığını anlatıyor.
Kaldı ki Üstün Dökmen gibi ‘başörtülüden psikiyatr olmaz’ diyenlerin pek de ihmal edilecek azınlıkta olmadıklarını bilmek nehrin o tarafındaki her olumlu köprü kurma çabasına bu taraftan heyecan duyanların bile sesini kesiyor.
Konumuz AK Parti. Onu eleştirmek bazılarını hemen “Dememiş miydik!” noktasına getiriyor. Öyle olunca da sürekli kazın ayağını hatırlatmak gerekiyor. Mevzumuza dönelim.
AK Parti’nin tarihi sadece kendi tarihi de olmayacak. 1950’den beri Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP’la yüzde 45 ve üzeri oy alabilmiş tek siyasi damarın dönüşmüş, daha muhafazakâr bir hali AK Parti.
En iyi döneminde ancak yüzde 20’leri yoklayabilmiş dindar Millî Görüş geleneğinin sağ-muhafazakârlıkla eklemlenerek yüzde 50’leri, zaman zaman yüzde 60’ları yakalayabildiği önemli bir tecrübe.
1960’ların sonunda ayrışmış, farklı yollar yürümüş birkaç geleneğin 2000’lerde aynı mecrada akma sürecinin tezahürü.
Haliyle hikayesi de sadece kendisinin değil toplumun en az yarısını az ya da çok temsil eden bir geleneğin hikayesi.
Ancak bu süreç yaşanmasa AK Parti’nin içinden çıktığı dindar-muhafazakâr mahalle güçle test edilmeyeceği, iktidarın sınamaları ile karşılaşmayacağı ve ülke yönetmenin zorunluluğu ile kendi kozasını terk etmek zorunda kalmayacağı için 70 yıllık tecrübe eksik kalacaktı.
Şimdi en azından elimizde muhafazakâr mahalle olarak ne olmadığımızı, neyi hedefleyemediğimizi ve neye sadece gücümüzün değil Türkiye ve tarih okumamızın da yetmediğini anlatan bir hikâye var. Görünen o ki bunda yalnız da değiliz.
Okuyan için başta çok heyecanlandıran ama arkasından da çok iç burkan, yaralayan ve geleceğe dair ümit kırıcı bir tarih. AK Parti’nin temsil ettiği damarın demografik olarak dayandığı güç ve hala birinci sırada olması yaşananların can acıtan yönlerini törpülemiyor.
Ancak kimliklerin ve geleneklerin, önceki nesillerde yapılan doğruların ve yanlışların, topluma dayatılan zoraki kıyafetlerin sonuçlarının partileri, liderleri aşan dinamikleri olduğunu anlatıyor. Bir de elbette Erdoğan’ın kitlesi ile 21 yılı aşan sürede inşa ettiği duygudaşlığın gücünü.
Kim bilir? Belki de Cumhurbaşkanı Erdoğan Pazartesi günü partisinin 21. yıl programında “Bugün 2002’ye göre daha huzurluyuz, daha müreffeh bir Türkiye var.” ifadesini kullanırken Tarım Kredi Kooperatifleri’nde ucuz şeker ve Ayçiçek yağı için birbirini iten insanların görüntüsünün sosyal medyada dolaşıyor olması tarihin bir cilvesidir sadece.