Filistin’in ayna tuttuğu ulusalcı damar…
Herhangi bir konuda karpuz gibi ortadan ikiye yarılmaya alışık bir toplumuz. Bazen meselenin esasına bakmadan sırf diğerlerinin karşısında olmak için farklı pozisyon seçmek vaka-i adiyeden.
Filistin bu ayrımın uzun zamandır dışındaydı. Nihayetinde İsrail’in işlediği cinayetler, uluslararası hukuku hiçe sayan işgal politikası, tüm dünyanın gözü önünde silahsız sivil insanların evlerine, topraklarına ve geleceklerine el koyma pratiği zaten farklı bir tutumu da mümkün kılmıyordu.
Aslında “Filistin’de mağdur İslamcı ise bana ne!” hassasiyetinin ilk işaretlerini 1987’de Hamas’ın kurulması değilse de 2006’da Halid Meşal’in sürpriz bir şekilde Ankara’ya gelmesi verdi.
O dönem gösterilen tepkinin şiddetinde, halktan aldığı oya rağmen hala yeterince meşru/makbul görülmeyen AK Parti’ye had bildirme heyecanı da bir etkendi.
Tabii AK Parti’nin kendisi bile tam olarak kimi davet ettiğinin, bu ziyaretin hem içerde hem dışarda ne anlama geleceğinin tam farkında değildi. Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün Meşal ile parti yetkilisi olarak görüşürkenki yüz ifadesi içine düştüğü durumdan hiç de memnun olmadığını gösteriyordu.
Hamas kendiliğinden, ortada hiçbir ihtiyaç yokken ortaya çıkmadı elbette. Ancak Hamas da on yıllar süren işgalin çürütücü etkisinden azade değil. Kaldı ki modern toplumun gereklerine göre dini yeni bir okumaya tabi tutamamak Hamas’ı da aşan Türkiye dahil İslam ülkelerinin ortak bir sorunu. Bu çetrefilli sınavı birinci önceliği ölmemek olan bir örgütten beklemek ise gerçekçi değil.
Bugüne gelirsek, son seçimlerde daha görünür hale gelen seküler ulusalcı milliyetçi dalga önce Hamas sonra da Filistin karşıtı bir tutum aldı.
Küresel olarak da yükselen, değerlerden bağımsız/popülist/hakikat-ötesi/benmerkezci dalga bu gelişmedeki etkili unsurlardan biri. Artık insan hakları ihlallerini ya da tutarsızlıkları, norm temelli tespitleri hatırlattığınızda ‘bana ne bana mı sordular’ gibi hiçbir ahlaki ilke ile kendisini bağlı görmeyen bir yaklaşım var.
Suriyeliler için ‘Esad katilse ben mi doyuracağım Suriyelileri’ ya da Filistinliler için ‘İsrail’le ben mi savaşacağım benim derdim bana yeter’ benzeri ahlaki ya da ilkesel temel aramayan sadece kendi bireysel doğru ya da ön kabullerini merkeze alan bir yaklaşım var.
Üstelik benzer tutumların sesi eskiden daha ürkek çıkarken, aşırı sağın yükselişinin sağladığı nobranlığın verdiği özgüven, her türlü değerden bağımsız söylemi daha görünür kıldı.
Üstüne hayatın tüm alanlarında toplum hayatını etkisi altına alan ‘vasatizm’ Filistin konusunda da bir kesimde hâkim ruh haline geldi. Filistin sorununa ve devlet yönetme ciddiyetine dair asgari yeterlilik standartlarını tutturamayan siyasi söylemler grup toplantılarında alkış alabiliyor.
Değer temelli yargıları görmeyen bireysel çıkarcılığın Türkiye’de Filistin karşıtı tutumunu besleyen ikinci dinamik ise İslamofobik genler.
AK Parti iktidarı döneminin muhafazakarlık üzerinden tanımlanması, Erdoğan’a tepkinin hedefinin Cumhurbaşkanı’nın kendisini İslam dünyasının lideri olarak kodlamasının da etkisi ile İslam’a ve dine yönelmesi de bu damarın daha rahat genişlemesini sağladı.
Nihayetinde KKTC’yi tanımaması, Ermeni-Azeri ihtilafında Ermenistan’a yakın durması, Doğu Akdeniz’de Yunan tezlerini desteklemesi gerekçeleri ile “Filistinlilere kardeş demeyiz, onları da savunmayız” diyen yaklaşım aynı politikaları benimsemesine rağmen Suriye’de Beşar Esad ile yeniden ilişki kurulmasında bir beis görmüyor.
Öncelik dış politikada Türkiye ile benzer pozisyon almak olsa ilk karşı çıkılması gereken adres Suriye yönetimi olması gerekirken, seküler ulusalcı ideolojik ortak kodlar üzerinden Şam yönetimi ile yakınlaşmakta bir sorun çıkmıyor.
Filistin sorununun tarihi konuşulacağında ilk 50 madde arasına girmeyecek ‘Yahudilere satılan Arap toprakları’ üzerinden kendisini şehvetli alkışlara bırakan popüler tarihçilerin ve tarihçimsilerin konuştuğu yerler de yine bu vasatizm mabedlerine dönen ulusalcı mecralar.
Filistin sorunu sadece küresel olarak demokrasi, adalet ve değer temelli söylemler üzerinden kendisini meşrulaştırma iddiasındaki Batı’nın sınıfta kaldığı bir tecrübeyi bir kez daha yaşatmıyor. Aynı zamanda Türkiye’de milliyetçilik söyleminin Batı’nın bu açmazı ile ortak paydasını da görünür hale getiriyor.