Göçmen sığınmacı gerçeği ile yüzleşme
Başta Suriyeliler olmak üzere Türkiye’de farklı adlarla bulunan yabancılara yönelik tepki giderek kontrol edilebilir sınırların ötesine geçmeye başladı. Göçmen, sığınmacı, geçici koruma altındakiler, mülteci ve hatta turist, adına ne dersek diyelim önü her geçen gün alınamaz hale gelen bir yabancı düşmanlığı çok daha görünür durumda.
Elbette bugüne bir anda gelinmedi. Neden sorusunu sormadan önce mevcut durumu sayılarla tespit etmek gerekiyor.
Toplumdaki tepkinin de çarpan etkisi ile Türkiye’deki yabancıların sayısına ilişkin akıl almaz rakamlar telaffuz edilmeye başlandı. Ülkedeki Suriyeli, Afgan, Pakistanlı sayısını 10 milyona kadar artıran var.
Mesele sosyal medyada etkileşim almak ve öfkesine/iddiasına meşruiyet kazandırmak olunca ne dilin kemiği ne sayının sınırı var.
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi’nin rakamlarına göre ülkedeki Suriyeli sayısı 3,7 milyon civarında. Mülteciler Derneği’nin 24 Mart itibarıyla yayımladığı raporda da aynı rakamlar geçiyor.
İşin asıl ilginç tarafı bu rakam neredeyse son beş yıldır hemen hemen aynı. Hatta bazı yıllarda rakamın ufak da olsa düştüğü de vaki.
Meselenin başlangıç noktası olan 2011’deki sayı sadece 58 bin. 2013 ila 2015 arasında büyük bir sıçrama var. Rakam 2,5 milyona fırlıyor. Ancak 2017’den bu yana 3,5 milyon civarındaki rakam çok değişmiyor.
Gösterilen tepki ile sahadaki gerçek arasındaki fark iller bazında da farklı değil. Suriyelilerin neredeyse yarında fazlası güney sınırımıza yakın Adana, Mersin, Gaziantep, Şanlıurfa ve Kilis’te bulunuyor.
Bu durum bir yandan adı geçen şehirler için önemli bir yük. Diğer yandan ise geçici koruma statüsündekilerin geldikleri ülke ile bağlarının korunması açısından avantaj.
Bu fotoğrafı yarım milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapan İstanbul bozuyor.
Bu şehirlerin dışında herhangi bir ilde bulunan Suriyeli sayısı o ilin nüfusunun yüzde beşinin hatta 45 ilde nüfusun yüzde birinin altında.
Bu rakamlara Afganistan ve diğer ülkelerden gelenleri, çalışma izni ile yasal olarak bulunanları da eklediğimizde rakam 5 milyonun üzerine çıkıyor.
Son iki yılda ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi sürecindeki dönemi saymazsak genel olarak toplam rakam sabitken toplumdaki tepkinin yükselmesinin temel sebebi ekonomideki bozulma ve buna bağlı olarak da iktidarın toplumda yaşadığı güven erozyonu.
Bir kere şunu teslim etmek zorundayız. 2011-2017 arasını bile alsak tarihin gördüğü en büyük nüfus hareketlerinden birinde ev sahibi toplumun bunu hiçbir şey olmamış gibi karşılaması mümkün değil. Kaldı ki Türkiye’de bu büyük travmanın şimdiye kadar büyük bir olgunlukla geçirildiği de bir gerçek.
Ancak Suriyelilerin gitmeyeceklerinin daha genel bir kabul haline gelmesi, iktidarın diğer birçok başlıkta olduğu gibi hem sürecin yönetiminde hem de iletişiminde sonuca dönük bir kapasite/strateji ortaya koyamaması, işsizlik oranlarındaki yükselmenin faturasının toplumdaki en kırılgan ve savunmasız kesimlere çıkarılması gibi sebeplerle mesele yönetilebilir olmaktan çıkıyor.
Türkiye’nin Suriye meselesinin kendisine odaklanıp ülkeye gelenleri geçici görmesi, dış politikadaki süreçlerin içeri ile koordinasyonunun sağlanamaması, sınırları insani gerekçelerle açmanın hukuki sonuçlarının yeteri kadar öngörülememesi, gelenlerin ülke içinde istedikleri gibi yerleşmelerinin planlanamaması gibi birçok etken bugünkü soruna zemin hazırladı.
Suriyeliler meselesi ve göçmenler konusu geniş kitlelerin soruna dair algısını belirleyecek olan elitler düzeyinde sığ mezhep ve etnik temelli önyargılarla ele alınınca sorun daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Sosyal medyada sahibi ve kimliği belirsiz hesapların kimi zaman bir yıl önce İran’da çekilen görüntüleri bugün Türkiye sınırında yaşanmış gibi paylaşması, kimi zaman yalan haberlerle yabancılara karşı provokasyonlara girişmesi bir yere kadar tahmin edilebilir. Ancak topluma rol model olabilecek sanatçı ya da kanaat önderi kişilerin mevcut gerilimi yatıştırmak bir yana tahrik etmesi büyük risklere kapı açıyor.
Ömrü boyunca bu topraklardaki acılara türkü yakan, kolektif hafızada aynı acıların bir daha yaşanmamasına vesile olması gereken Sabahat Akkiraz gibi bir isim “Kendi halkını, insanını, sınırlarını, kültürünü, yaşam tarzını savunmak artık ırkçılık sayılıyor. Ülkemiz #sessizistila ediliyor ve buna ses çıkarınca ırkçı oluyoruz öyle mi? Bu suçlamayı yapanlar vize almadan başka bir ülkeye gitsinler de o zaman konuşsunlar.” paylaşımında bulunabiliyor.
12 Eylül yüzünden Almanya’ya iltica edenler kendisinin sesinden “Ne de olsa kışın sonu bahardır/Bu da gelir bu da geçer ağlama” dizelerini dinlememiş gibi üstelik.
Tarihimiz dışardan gelenleri bırakın, içerdeki farklılıklara bile tahammül edemememin can yakıcı örnekleri ile dolu. Buna rağmen “önümüzdeki uzak riskleri yakın kılan dinamik ne?” sorusunun cevabı ise daha çok siyasette yatıyor. Orada olup bitenler ise gelecek yazıda…