Hafif kazıyınca yaldızı dökülenler…

Bolu’nun CHPli Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın HaberTürk’te sarf ettiği cümleleri duyduğumda kanım dondu desem yeridir. Özcan, hem ‘su içene yılan bile dokunmaz’dan ‘su gibi aziz ol’a giden ve bir değer olarak tanımlanan suyu sığınmacılara karşı silah olarak kullandığını göğsünü gere gere savunuyor hem ‘daha durun başka tedbirlerim var’ diyor, üstüne sığınmacılara en ufak sempati göstereni ‘mülteci sevicilik’le suçluyor. Bu dediği hakaret mi, tespit mi, iltifat mı ayrı mesele.

‘Al evine iki tane besle’ gibi sığınmacıyı aşağılayıcı tavırları bir kenara bıraktım merak ediyorum acaba Tanju beyin kafasında nasıl bir sınıflandırma var. Mesela bir sonraki adımda kimlere su vermemeyi düşünüyor? Örneğin Romanları mı susuz bırakacak? Ya da bundan 20 – 25 yıl önce belediye başkanı olsa idi güneydoğudan göçmek zorunda kalan Kürtlere de mi aynı uygulamayı yapacaktı? Kim su içmeye, onunla aynı şehirde yaşamaya layık, kim değil?

Sonra, Tanju Bey’in yalnız olmadığı ortaya çıktı. Memleketin yerleşik elitlerinin üzerini hafif kazıyınca alttan buram buram yabancı düşmanlığı fışkırdı. Kalabalık sahil görüntülerinden, burası babanın malı mı efelenmelerine, ‘mültecileri istemiyorum’ hafakanlarına herkesin derisinin altındaki “âri ırk” sendromları gün yüzüne çıktı.

Yaşanan durumdan şikâyet ederken mevcut iktidara alternatif olduğunu iddia birikimin serdettiği bu vecizeleri görünce kırk katır mı kırk satır mı sarkacına hapsolup kalıyorsunuz.

Sakin bir zihinle tane tane yeniden düşünelim.

Bugün sayısı 5 milyona ulaşan mültecilerin kısa vadede geri gönderilmesinin mümkün olmadığını savunmak, bu nüfusun Türkiye’deki varlığını arzulanır bulmak anlamına gelmiyor.

Özellikle Suriye’de yarım milyon insanın hayatını kaybettiği, milyonlarca insanın yerini yurdunu terk ettiği bir atmosferde çoğu insan göç etmek için son ana kadar bekledi. Esad zulmü kapılarına dayanana kadar milyonlarca insan kendi köylerinde kasabalarında yaşamayı tercih etti. Halep’te kimyasal bombalar kullanılana kadar Halepliler şehirlerini terk etmeye direndi. Gelinen noktada Türkiye’ye gelen hemen her Suriyeli en az bir akrabasını kaybettikten sonra yollara düştü.

Özellikle Ahmet Davutoğlu şahsında Türkiye’nin Suriye politikasına karşı çıkanlar hem Türkiye’nin operasyonlarına hem Türkiye’ye mülteci gelmesine hem Suriye’deki muhaliflerin silahlandırılmasına hem Amerikan müdahalesine hem yarım ağızla da olsa İran ve Rusya destekli Esad’ın katliamlarına velhasıl neredeyse her adıma eş zamanlı karşı çıkıp alternatif politika önermemenin konforunu yaşıyorlar. İyi de ne yapsak bu krizin dışında kalırdık sorusuna anlamlı bir cevap veren yok. Suriye politikası meselesini ayrıca değerlendirmek gerek ama Türkiye’deki Suriyelileri, takip edilen Suriye politikasına getirilen tutarsız eleştirileri ele almadan değerlendirmek zor.

Peki devlet nerede?

Muhalefet mevcut gerilimi ‘helalleşip göndereceğiz” ya da “su zammının üzerinde başka önlemlerimiz var” açıklamalarıyla harlarken, iktidar ise ateşe su dökmekten aciz bir fotoğraf veriyor. İlk planda yapılan ‘gitseler sanayi çöker’ ya da “Suriye’den gelenlere sordum. Diyorlar ki: ‘İlk olarak bizden önce gelenler geldikleri yere gitseler, biz de yol yordam öğrensek, sonra biz gitsek.” açıklamaları meselenin ciddiyetini anlamaktan uzak değerlendirmeler. Bu sözler ya mevcut eşitsizlikleri içselleştiren, doğallaştıran bir ruha sahip ya da toplumda olan bitenden habersiz romantik tepkiler.

Dün akşam saatlerinde yine CHPli İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ise yönetici konumunda olmanın sorumluluğunu gerçekçi bir çerçeveye oturtan bir mesaj yayınladı. Soyer, hem siyasi pozisyonunu ve eleştirilerini korudu ama sığınmacıları da en temel insan haklarından mahrum bırakamayacağını ifade etti.

Ülke yönetmek dinamik bir süreci gerektirir. Bu bağlamda iktidarın da politikalarını sürekli güncelleyip yenilemesi gerekiyor. Sığınmacılar konusunda bugüne kadar tencerede kaynayan suyu taşırmamayı sağlayan politikalar bugün yetersiz geliyorsa ya sahada bir değişiklik vardır ya da iktidarın uygulamalarında. Altı ay öncesine göre, gelen Afganları saymazsak, sahada durum sabitken özellikle Suriyeliler konusunda toplumsal psikoloji değişiyorsa buna müdahale etmek gerek.

Afganlar ile Suriyeliler birbirinden farklı saiklerle buradalar. Esad rejiminin cinayetlerinden kaçanlar kendilerine en yakındaki sınırdan Türkiye, Lübnan, Irak neresi bulurlarsa dışarı kaçtılar. Afganlar için ise arada başka ülkelerin varlığını akılda tutmak gerekli. Kimse sınırın diğer yakasında kalanların ertesi gün başlarına bombalar düşeceğini düşünmüyor. İçişleri Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri İran sınırımızdaki yasadışı göçü engellemek için ilave tedbir almaları gerekiyorsa bunu yapmalı, yaptıklarını da göstermeli. Bu yapılmıyorsa ya sistemin işleyişinde bir sorun var ya da bilakis bu göçün sürmesi isteniyor demektir.

Türkiye’deki sığınmacıların, göçmenlerin mevcut koşullar altında gönderilemeyeceğini ve acil entegrasyon politikaları geliştirilmesi gerektiğini söylemek temelde ekonomik bir göçe karşı önlem alınmasın demek anlamına da gelmiyor. Mesele gerilimin her geçen gün, konuya kısa vadeli bakan siyasilerin elinde rasyonel bir süreç yönetiminden çıkıp ırkçı bir tepkiye dönüşüyor olması. Hele de sığınmacılar, iktidarın yönetim acziyeti sebebiyle kronikleşen ekonomik krizin beslediği tepkilerin kolay hedefi haline geliyorsa adım atmak herkesten önce iktidarın sorumluluğundadır.

İktidarın genel olarak ülkeyi yönetememe krizi, mülteciler konusunda son on yılda ilkesel olarak doğru zemine oturan politikasını da sorgulanır hale getiriyor ki bu iktidarın kendi topuğuna sıkması anlamına geliyor.

YORUMLAR (17)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
17 Yorum