Korona imtihanında Türkiye
Korona pandemisi İkinci Dünya Savaşı sonrasında modern devlet anlayışının küresel anlamda en ciddi şekilde teste tabi tutulduğu dönem oldu. Vatandaşlarından vergi toplayan, güvenlik sağlayan, eğitimden sağlığa, ekonomiden sosyal kalkınmaya kadar birçok konuda plan yapma ve uygulama kapasitesine sahip olan merkezi otoriteler ciddi bir salgınla baş başa kaldı.
Bireylerin sorusu meşru ve netti. Bu kadar vergi alıyorsun, hayatımın her alanına kimi rıza ile kimi zorla karışıyorsun, senin istediğin şartlarda askerlik yapıyorum, kazandığımı paylaşıyorum, adaletsizliklerine katlanıyorum şimdi sıra sende… Kendim baş edemeyeceğim bu beladan beni kurtar ve bu süreçte yanımda ol. Bakalım yapabilecek misin?
Sorun daha öncekilerden farklıydı. Bölgesel savaşlarda, ülke içi gerilimlerde, ideolojik kamplaşmalarda iktidarların kendilerine özgü gerekçeleri, şartları, bahaneleri vardı.
Bu sefer olmadı. Çin gibi otokratik yönetimlerden, ABD gibi sağlık sisteminin bireyin cüzdanının insafına bırakıldığı neoliberal kapitalist sistemlere, Avrupa gibi refah devleti ile kapitalizmin karma örneklerine, petrol ülkelerindeki rant paylaşımı sistemlerine ve Türkiye gibi illiberal demokrasilere varana kadar hemen her ülke aynı anda, yakın dozlarda ve hızda aynı bela ile ideolojilerden, kimliklerden bağımsız olarak karşılaştı.
Türkiye’nin Korona ile imtihanı toplumun uzun yıllara dayalı ortak hareket etme kabiliyeti, merkezi talimatlara hızlı adapte olabilmesi, nispi gelişmişlik seviyesi ile göreceli olarak ortada bir sınav verdi. Ama bu değerlendirmeyi yaparken asıl mesele; hastalanan ve hayatını kaybeden insanların sayılarını hiçbir zaman kesin olarak bilemememiz ve iktidarın sorunu gizleme çabaları nedeniyle gerçek performansını yüzde yüz ölçemeyecek olmamız.
Burada kısmen başarılı ve yetersiz iki örnek üzerinden bir değerlendirmenin yolunu açmak gerek.
AK Parti’nin 2002’de iktidara geldiğinde ekonomik kriz ve diplomatik darboğazın yanında en temel sorunlardan biri sağlık sistemindeki tıkanmışlık idi. İktidarın özellikle ilk 10 yılında yapılan sağlık yatırımları, yeni hastaneler, bürokrasinin azaltılması, özel sektörün dinamizminden faydalanılması ile bu alanda büyük ilerleme sağlandı.
Nitekim bu başarılı icraatların sonucunu da AK Parti iktidarları girdiği tüm seçimlerde gördü. Sağlık hizmetlerine hızlı, düşük maliyetli ve kaliteli erişim sandık sonuçlarına olumlu yansıdı.
Pandemi döneminde iktidarın zamanında karar alamamasına, ekonomik kaynak yetersizliği nedeniyle kapanma uygulamalarını hızlı ve geniş ölçekli hayata geçirememesine, ilk başlarda maske dağıtımını eline yüzüne bulaştırmasına rağmen sağlık sistemi krizle baş etme konusunda önemli bir sınav verdi.
Salgının zirve yaptığı dalgalar sırasında bile toplumda hastanelerden ve özellikle sağlık çalışanlarından şikayetler sınırlı kaldı. Toplumsal motivasyonu ve iktidarın başarı algısını olumsuz etkileyecek görüntüler bazı istisnalar dışında kamuoyunun gündemini belirlemedi.
İnsanların moralini bozan, sürece olan inancını, geleceğe dair sabrını zorlayan iktidarın kural tanımayan kongreleri, parti toplantıları idi. İnanıyorum ki gece nöbetinde evinde bıraktıklarını düşünen sağlık çalışanları da o görüntülerden haz etmediler.
Burada doktorlardan hemşirelere ve temizlik-güvenlik personeline kadar sağlık çalışanlarının kendi aralarındaki görece yüksek hastalık-vefat oranlarına rağmen verdikleri mücadelenin salgın geçtiğinde unutulmayacağını umalım.
Bu başarıda Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın açık üslubunun, bilgilendirmelerinin, kimi zaman sağlık çalışanlarının özlük haklarını ihlal edecek derece emeklilik, izin taleplerinin reddine kadar gidecek şekilde sistemin sıkı işlemesinin de rolü oldu.
Bu performansın en açık kanıtı ise haziran başından itibaren gördüğümüz aşılama çalışmalarıdır. İlk başlardaki anlamsız Sinovac tekeli, Uğur Şahin’in katkısı sonucu Phizer-Biontech’in temini ile aşıldı.
Haziran başında nüfusun sadece yüzde 20’si en az bir doz aşı olmuş iken bu oran 21 Haziran itibariyle yüzde 33’ü geçti. Günde 1,5 milyon doz aşı vurabilme kapasitesi aşının dağıtımı, uygulanması ve aşıya erişim anlamında önemli bir başarıyı simgeliyor. Aşılamada Türkiye, yüzde 50’yi geçmiş olan ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, İsrail gibi ülkelerin gerisinde olsa da toplumun aşı direnci kırılabilirse bu oranların geçilmesi sürpriz olmaz.
Keşke pandeminin başında aşıda gösterilen aynı duyarlılık test sayısı ve yaygınlığında da olsa idi belki salgının maliyeti daha düşük olurdu.
Aşı tedarik edildiğinde uygulanabildiğini gördük. Neden bugüne kadar temin edilemediğini, bu nedenle hayatını kaybedenleri ve geç normalleşmenin ekonomi üzerindeki yükünü, Türk Tabipler Birliği başta olmak üzere sivil toplumun, meslek örgütlerinin gereği kadar sürece dahil edilmediğini, sağlık bakanlığındaki sık bürokrat değişimlerini, Türkiye’nin biyoteknolojiye yatırım yapmakta ne kadar geç kaldığını, kriz yönetiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi hesaplaşmalarına boğulan ulusa sesleniş konuşmalarına endekslenmesi gibi noktaları unutmadan mevcut gerçeği teslim etmiş olmak gerek.
Aşı uygulaması tarihlerindeki yanlış bilgilendirmeleri, Türkiye ölçeğindeki ülkelerle mukayese edince en hafif tabirle beceriksizlikle açıklanabilecek aşı temin etmekteki sorunları, şeffaflık meselesini de elbette eleştirilecek hususlar arasında sayabiliriz ama geriye çekilip toplam fotoğrafa bakıldığında Türkiye’nin sağlık sistemi bu kriz değerlendirildiğinde olumlu hatırlanacak.
Korona ile mücadele ve salgının toplumdaki etkileri sadece sağlık sistemi ile ölçülemeyecek kadar büyük. Madalyonun bir diğer yüzünde ise Millî Eğitim Bakanlığı ve eğitim sistemi var. İşte burada aynı yorumu yapmak zor. Peki neden olmadı, olamadı bunu cumartesi günü değerlendirelim.