NATO Zirvesi’nin anlattıkları
Pazartesi günü Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasındaki görüşmeyi beklerken neredeyse herkes nefesini tuttu. Bunda AK Parti göreve geldiğinden beri ilk kez bir Amerikan yönetiminin kasıtlı ve bilinçli olarak bugüne kadar Türkiye ile en yüksek seviyede temas kurmama kararı alması kadar ilişkilerin kilitlenmiş durumu da rol oynadı.
Akl-ı selîm görüş sahipleri Brüksel randevusundan büyük çözümler ya da ağır kırılmalar beklemiyordu. Ama Türkiye’nin, jeopolitik sıkışmışlığını aşma yolunda Mısır’la bile tabiri caizse iştiyakla yeni bir ilişki aradığı dönemde ABD’nin yeni başkanı ile seçilmesinden beş ay sonra ilk kez görüşülecek olması toplantıyı daha da önemli kıldı.
Görüşme öncesi basındaki hava, yorumcuların değerlendirmeleri, sanki 20 yıldır defalarca ABD ile masaya oturmuş, Ankara’daki siyasi kariyeri daha resmen başlamadan Beyaz Saray’da ABD başkanı ile görüşmüş bir liderin rutin bir görüşme daha yapması değildi. Görüşmenin bir saat ertelenmiş olması bile üzerine dakikalarca yorum yapılacak bir son dakika gelişmesi haline geldi.
Diplomatik temaslarda içerikle ilgili beklenti azalınca ritüeller ve fotoğraflar ister istemez daha da önemli hale geliyor. Bu zirve özelinde de görüşmenin bizatihi yapılıyor olması, içerde ne konuşulduğunun önüne geçti.
Öncelikle, bu kadar arafta geçen bir süreçten sonra iki liderin bir araya gelmesi elbette önemli. Bilinmezliğin, öngörülemezliğin yerini, zamana yayılmış olsa bile, bir sürecin alması Türkiye için olumlu bir gelişme.
Türkiye-ABD zirvesinin Biden’ın önümüzdeki dört yılı şekillendirecek ilk çok taraflı toplantılar serisi içinde olduğunu göz ardı etmemek gerek. Nitekim Biden, Brüksel’e gelmeden önce İngiltere ziyareti ve G7 zirvesi marjında temel müttefikleri ile zaten önemli temaslar gerçekleştirmişti. NATO Zirvesinde, sadece Türkiye ile görüşmesini de NATO’nun hem öncesinde hem sonrasında diğer ülkelerle buluşuyor olmasına bağlamak yerinde olur.
Hem zaman kısıtlaması nedeniyle hem de asıl gündemin transatlantik ittifakının tekrar tahkimi ve Rusya ile çizilecek yeni çerçeve olmasından, Amerikan tarafı Türkiye toplantısının olumlu ya da olumsuz öne çıkmasına yol açacak ileri yorumlardan kaçındı. Biden’ın toplantı sonrası gerçekleştirdiği basın toplantısında Erdoğan ile görüşmelerinden kısa bahsetmesi, bilahare gelen sorulara da çok genel cevaplar vermesi, görüşmeden görüntü alınırken yorum yapılmaması gibi unsurlar da bu değerlendirmeyi teyit ediyor.
Türkiye ile müzakereler kötü bile gitmiş olsa, dünkü Rusya randevusundan önce NATO’da çatlak anlamına gelecek bir fotoğraf zaten Washington’un isteyeceği bir görüntü olmazdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan “S-400'de düşüncemiz daha önce neyse, aynı düşünceyi Sayın Başkan'a ifade ettik ve bunun yanında F-35 konusunu kendilerine aynı şekilde yine ifade ettik” ifadesini kullandı. Aynı başlıklarda Biden’ın da yine bilinen görüşlerini tekrar etmiş olması beklenir. Aksi yönde bir açıklama da gelmedi. Bu durumda, görüşülmüş olması an itibariyle Brüksel’in en önemli belki de tek anlamlı sonucu.
Bu durumda ne S-400, ne F-35 ne Halkbank ne de Suriye konularında yeni bir açılım var. Ermeni Soykırımı meselesini gündeme getirmediğimizi ise zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladı.
Afganistan ve Ukrayna konularında Türkiye’nin üstlendiği/üstleneceği roller ise Ankara’nın belli konulara sıkışmış ve masaya oturulduğunda sorundan başka bir şey konuşulmayan ortamlarda olumlu bir başlık açma çabası. Türkiye’nin zayıflayan diplomatik ağırlığını askeri ağırlıkla dengeleme hamlesi diyelim.
Elbette Afganistan’ın Türkiye için yeri ayrı. Ama gerek Taliban’ın Türkiye’ye soğuk bakması gerek İran gibi çevre ülkelerin tavırları nedeniyle Kabil misyonu bir muamma. Sonuç bildirgesinde de NATO’nun katkısına ilişkin şimdilik sadece bir niyet beyanı var. 11 Eylül NATO için Afganistan’da son tarih. Bazı ülkeler isterlerse daha erken de dönebilirler. Türkiye’nin Kabil’de devam etmesi ise lojistik, siyasi ve ekonomik birçok parçanın bir araya gelmesine bağlı.
Toplantının gerçekten ne anlama geldiğini anlamak için bundan sonraki görüşmelerin seviyesine ve içeriğine bakmak gerekecek. Eğer Savunma Bakanları düzeyinde içerikli görüşmeler anlamlı formatlarda gerçekleşirse ilişkilerdeki kriz noktalarının çözümü, değilse de sağlıklı yönetilmesi için müspet bir ortam olduğunu çıkarabiliriz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan pandemi nedeniyle uzun süredir uluslararası zirvelerden uzaktı. Ülke içindeki sıkışmışlığını aşmak için denediği yeni anayasa, reform, Cumhur İttifakı’nı genişletme hamleleri de MHP lideri Bahçeli’ye takılmıştı. Bu atmosferde Erdoğan’ın ve çevresinin kıyasıya eleştirdikleri Batı ile verilen fotoğraflardan mutlu olduklarını görmemek zor.
Türkiye’nin jeopolitik ağırlığından geriye kalanları diplomatik görünürlüğe tahvil edebildiği ve misafir oyuncu olmadığı NATO’nun Ankara’nın içerdeki daralmayı aşmasında bir rol oynadığını gördük.
Peki madem gelinecek yer yine burası idi, Türkiye’yi ideolojik zoraki konumlanmalara iten Avrasyacı mantığın temelsizliğini anlamak için illa bir Brüksel zirvesi mi gerekiyordu?
Dış politikayı ve ikili ilişkileri rasyonel zemine oturtmak için ‘neyin olamayacağını’ test etmek şart mıydı?
Kaldı ki bu jeopolitik zemin daha iyi değerlendirilse, Türkiye’nin haklı olduğu birçok konuda daha dirençli durması mümkün olmayacak mıydı?
Sorular, sorular…