‘Ne istediniz de alamadınız?’
İktidarın doğasında güç paylaşımı var. Kimi zaman rant, kimi zaman bütçe, kimi zaman yetki paylaşımı özellikle de demokratik ülkelerde çoğulcu bir yönetimin ayrılmaz bir parçası.
Bazen birileri çıkıp ‘ranta hayır’ sloganları atıyor. Ama bu herkesin eşit ücret aldığı, tüm mülkiyetin sahibinin devlet olduğu ve tek kaynaktan paylaşım yapılan sistemlerin ayakta duramayacak olması kadar altı boş bir slogan.
Rant; gelişen ülkelerin, şehirlerin, dönüşümün bir yerde kaçınılmaz sonucu. Mesele bunun nasıl planlandığı, yönetildiği ve topluma adil bir gelir dağılımına da katkı yapacak şekilde nasıl paylaşıldığı. Gel gör ki Türkiye’de ‘devletin malı’ diye başlayan deyimler bundan ne anladığımızı gösteriyor.
Siyasetin finansmanından iktidara gelindiğinde bunun sürdürülebilir olmasına kadar rant, gelir, kaynak, güç paylaşımının şeffaf olmayan yollarla rutine dönmesini bu saatten sonra geri çevirebilir miyiz bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey, ‘vermek’ kavramının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal iş tutuş tarzının tam merkezinde olduğu. Biraz dikkatli okuyunca ‘veren el alan elden üstündür’ den başlayan bir ‘veren’ konumda olma psikolojisi Erdoğan’ın zihin haritasını şekillendiriyor.
21 yıllık iktidarın sonunda Erdoğan o kadar çok şey verdi ki çevresindekilere. Milletvekillikleri, genel başkanlıklar, bakanlıklar, bakan yardımcılıkları, rektörlükler, kamu ihaleleri, araziler, yatırım izinleri, maden sahaları, kamu kurumlarının yetki gücü, gazeteler, genel yayın yönetmenliği ya da Ankara temsilciliği koltukları, il başkanlıkları… bu liste sayfalarca uzar gider. İş özel kalem çalışanlarına büyükelçilik vermeye kadar geldi.
Bu makamları, gücü, yetkiyi alan kimi zaman -olması gerektiği gibi- halktan alınan yetkinin sağladığı meşruiyetle bir siyasal parti üyesi, ihaleyi alan da hukuk içerisinde hak eden bir şirket ya da yatırımcı iken kimi zaman Erdoğan’ın iktidarını sürdürebilmesi için bir cemaat ya da çıkar grubu da oldu.
Erdoğan’ın 21 yıllık iktidarının asıl motoru olan milli irade bazen vesayet odakları karşısında bazen de seçmenin Erdoğan’dan yüz çevirmesi ile zayıfladığında bu pazarlıklar sistemin daha odağına yerleşti. Uzağa gitmeye gerek yok. Başlıktaki ‘ne istediniz de almadınız’ sözü Erdoğan’ın kendisine ait.
“17 üniversite kurmak için geldiler hepsini onayladım. Okullar için yer istediler verdik. Uluslararası camiada davet ettiler devlet başkanlarına, hükümet başkanlarına bunları biz refere ettik. Olimpiyat dediler her türlü desteği verdik. Ne istediniz de alamadınız?” İsteyen daha sonra kanlı bir darbeye girişen FETÖ, veren de o darbenin hedefindeki Erdoğan’dı.
Elbette o tarihler daha FETÖ’nün ‘the cemaat’ olduğu, devleti ne kadar ve ne için ele geçirmeye çalıştığının bilinmediği zamanlardı. Ama verilen de sadece bu sayılanlar değildi. TRT’den tutun Telekomünikasyon Başkanlığı (TİB)’na kadar birçok kurumun kontrolü cemaate ‘verilmişti’.
Velhasıl bu ‘ne istenirse vererek’ devlet yönetmenin maliyetini çok ağır ödedik. Bugün geldiğimiz noktada aynı mantık dış politikaya çevrilmiş durumda. Hadi içerde verilen de alınan da içerde kalıyor. Ya dışarda?
Türk mahkemelerinin kararları, kamu yatırımları, Merkez Bankası rezervleri, Kanal İstanbul güzergahındaki araziler dış politika masasında ‘verilebilecek’ler listesindekilerin bazıları.
İktidarın normal bir demokraside yetkisinde olan bazı düzenlemelerin ve icraatların dış politikada gündeme gelmesinin bir noktaya kadar anlaşılır tarafı var. Son tahlilde ‘verilen’ varsa ‘alınan’ da olması gerekir ve bu da diplomaside pazarlığın doğasında vardır.
Geldiğimiz noktada bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı kararları da Erdoğan’ın pazarlık masasına otururken çantasındaki kozlardan biri haline gelmiş vaziyette. Bunun için iki şart gerekiyor. Birincisi Erdoğan’ın talimatla yargıya karar aldırabilmesi, ikincisi Türk yargısının kararlarının ve adalet, hak, hukuk gibi kavramların pazarlık unsuru olarak görülebilmesi. An itibariyle iki şart da sağlanmış durumda.
CIA ajanı olarak tutuklanan ve ‘Bu can bu tende oldukça serbest kalamaz’ denilen Rahip Brunson’ın çok da fazla zaman geçmeden ülkesine dönmesi ya da Almanya vatandaşı Deniz Yücel’in dönemin Alman başbakanı Merkel’in devreye girmesi ile serbest kalmasına kadar örnek çok.
Tabii Osman Kavala’nın AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen içerde kalması akla ‘acaba hangi şartlar bekleniyor?’ sorusunu getiriyor. Kim bilir? Belki de o şartların dışarda değil içerde oluşması gerekiyor.
Suudi Arabistan’ın İstanbul başkonsolosluğunda boğularak öldürülen, cesedi parçalanan, asit kazanında ya da yakılarak cenazesi yok edilen Cemal Kaşıkçı’nın katillerinin Türkiye’de yargılanması da işte böyle bir süreçte Riyad’a ‘verildi’. Dava Türkiye’de kapandı.
Ankara her devletin en kıskanç olduğu kendi egemenlik hakkı olan yargı yetkisini Suudi Arabistan’a devretti. Ve asıl konu Kaşıkçı davasının katillerinin insafında terkedilmesi değil ‘vererek’ yönetmenin artık bir yol olması ve ülkeye, gelecek nesillere çıkardığı maliyet.
Buraya kadar anlamak, anlatmak zor değil belki. Ama ‘ne istediniz de alamadınız?’ diplomasisinin ve genel siyasetinin cevaplanmamış soruları arkada bekliyor.
Ne karşılığında, kim için ve kimin kesesinden?