Sokak, devlet, demokrasi
İmamoğlu’nun ve çevresindeki 100 kadar kişinin göz altına alınması Türkiye’de siyasetin doğal akışını değiştirdi. İktidar kanadında bir yanda meselenin iddialar boyutuna odaklanarak konunun siyasal anlamını örtme çabası diğer yanda sokaklara taşan gösteriler karşısında ‘devleti’ kutsayan bir dil tercihi öne çıkıyor.
Sokakra örgütlenen ya da örgütsüz olarak oluşan tepkinin karşısına devleti koymanın iktidara iki temel faydası var. Birincisi seçilmiş ve bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçiminin en güçlü adaylarından birini siyaseten tasfiye edememenin boşluğu hukuken ve kamu gücü ile tasfiye etme iradesinin sahibi muğlaklaşıyor. Yargı kurumunun da ötesinde ‘devlet’ gibi amorf bir yapının arkasına saklanarak asıl faile gizlenme imkanı doğuyor.
Düne kadar “Devlet dediğiniz iktidardır, sivil hükümettir. Devlet-hükümet ayrımı demokrasiye düşen bir göldedir ve devleti yukarı koymaktaki asıl amaç halkın oyları ile seçilen meşru hükümeti edilgen kılmaktır. Bu nedenle de hükümetten bağımsız bir devlet olamaz.” çizgisini savunan iktidar 19 Mart’ta dil değiştirdi. Aslında 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana istikrarlı bir şekilde ‘devletleşen’, devletle aynılaşan AK Parti çizgisinin sivil karakterini geride bıraktığının en müşahhas ilanı 19 Mart süreci oldu.
Böylece siyasal tercihle yapılan bir operasyonu ‘devlet’e mal eden iktidar, eyleminin sorumluluğundan kurtulma fırsatı arıyor. Bu AK Parti kadrolarının bugüne kadar Milli İrade üzerinden elde ettikleri özgüveni de kaybettiklerinin, varlıklarını sürdürmenin seçmen iradesine değil kamu otoritesinde gördüklerinin da ilanı.
İkinci fayda ise sokağa çıkanlar Türk toplumu için kutsal bir konuma oturan devletin karşısına konumlandırılarak gayri meşru bir çerçeveye hapsedilmeye çalışılıyor.
Muhafazakâr mahallenin kendisini artık devlet olarak görmesinin en hissedilir yanı da televizyon dizileri ile inşa edilen bir dil ile sosyal medyada kendisini gösteriyor. “Devlet unutmaz, devlet ihmal etmez, devletten sokakta hak alınmaz.” ve benzeri ifadelerle kendisini devletin sahibi muhalifleri ise devlet-karşıtı bir konuma oturtmak gücün ilkeler karşısındaki yozlaştırıcı etkisini de görünür hale getiriyor.
Sokakta hak aramaya karşı en son Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından “CHP Genel Başkanı'nın çağırdığı sokak çıkmaz sokaktır. Vahim bir sorumsuzluktur. Türkiye'de sokakta bulunmadı, sokak terörüne de teslim edilmeyecek.” sözleriyle cisimleşen tepki muhafazakâr mahallenin geldiği asıl yer ile de çelişiyor.
28 Şubat döneminde üniversitelere alınmayan kız öğrencilere hak aramak için kalan tek yer sokaklardı. Ders boykotları, oturma eylemleri ve iktidar ile diyalog kurma çabaları sonuç vermeyince başörtülü öğrenciler çareyi sokakta bulmuştu. 11 Ekim 1998’de İstanbul’dan Ankara’ya on binlerce kişinin el ele tutuştuğu Özgürlük Zinciri’ni oluşturanların bir kısmı bugün AK Parti sıralarında siyaset yapıyor. Başörtüsü ile milleti temsil ettikleri koltuklarda ‘devlet’ olmanın hazzını yaşayan vekillerin öncüllerine tam da o salonda yine devlet adında had bildirilmişti.
2 Mayıs 1999’da dönemin başbakanı Bülent Ecevit, başörtüsü ile meclise gelen Merve Kavakçı’ya devlet adına tepki göstermişti. “Burası devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar devletin kurallarına göreneklerine uymak zorundadırlar. Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz.”
Şimdi devletin sahibi değiştiği için muhafazakarların devlete bakışı da değişti. Ancak bu değişim bile sokakta hak aranmayacağına dair itirazı meşrulaştırmaya yetmiyor. Topu topu yaklaşık 9 yıl önce demokratik yollarla seçilen bir iktidara karşı bu sefer gerçekten sivil olmayan ‘devlet’ imkanları ile yapılmak istenen darbede sıradan vatandaşlar demokrasiyi ve iktidarı canları pahasına yine sokaktan toplamıştı. AK Parti’yi, Erdoğan’ı ve demokrasiyi sokak kurtarmıştı.
Şimdi aynı iktidar sokak üzerinden hak arama talebine ‘kamu düzeni’ ve ‘devlet’ adına izin vermeyeceğini ilan ediyor.
CHP’nin güçlü ve yaygın bir toplumsal tepkiyi yönetmeye gücü ve siyasal aklı yeterli gelecek mi şimdiden öngörmek zor. Ama bu ilkesel değil operasyonel bir mesele.
Toplumun en dinamik ama aynı zamanda en duygusal ve manipülasyona açık genç kesimi üzerinden kapsayıcı bir talep örgütlenebilir mi bu da ilkesel bir itiraz değil.
İmamoğlu hakkındaki yolsuzluk iddiaları ise Türkiye’de iktidarı da içeren ulusal yolsuzluk algısının yüksekliğine ve uluslararası yolsuzluk endekslerine göre yine yapılanları meşrulaştıracak zemini sağlamıyor.
Bu süreç CHP’yi, muhalefeti ve toplumsal kimlikleri ne yönde dönüştürecek bunu görmek için beklemek gerek. Ancak ilk 48 saatin bize ilk söylediği AK Parti’nin ve arkasını yasladığı muhafazakâr mahallenin devlet olmaktan hoşnut olduğu ve kamu gücünü sivil duruşa tercih ettiği.














