Sorunu sorun edeni sorun etmek
İktidarın Türkiye’nin meselelerini çözmek yerine hangi sorunların aslında olmadığını anlattığı ya da yasa ile sorunu ortadan kaldırmaya çalıştığı bir süreci yaşıyoruz.
AK Parti, 2002’de göreve geldiğinden bu yana dış politikada Irak krizinden, Avrupa Birliği üyelik sürecine, demokratikleşmeden askeri vesayetin geriletilmesine, Kürt meselesinden kadın-erkek eşitsizliğine, gelir adaletinden eğitim-ulaşım-sağlık başta olmak üzere birçok alandaki altyapı eksikliğine kadar onlarca başlıkta sorunları tespit edip üzerine giderek iktidarını süreklileştirdi.
Evet, çözüm üretmeye çalıştığı her konuda her zaman istediği kadar başarılı olamadı. Hatta bir kısmında birçok defa duvara da tosladı. Ama tüm bu çözüm bulma çabası, sorunla yüzleşme cesareti ve problemi halletmek için gösterilen gayret en az sonuçlar kadar seçmen tarafından takdir edildi. Kolay kolay kimseye nasip olmayacak 20 yıllık iktidarı da bu destek getirdi.
Bugünün AK Partisi ise bu çizgisini terk etmiş görünüyor. Aslında mesele AK Parti’nin sadece bu misyonunu terk etmesi değil. İşin diğer yönü de Cumhur koalisyonunun küçük ortağı olan ve siyasi kimliğini zaten sorunları çözmek değil bizatihi sorunların varlığı üzerinden tanımlayan MHP’nin AK Parti’ye ve koalisyona ana rengini vermiş olması.
Son dönemde bu yeni yönetim tarzının yansımaları sıklaşmaya başladı.
En belirgin örnek Kürt meselesi. Bir dönem Kürt sorununu çözmek için içerde ve dışarda sahici riskler alan Cumhurbaşkanı Erdoğan da AK Parti yetkilileri de daha önce kaçamak cevaplar verdikleri bu konuda neredeyse “Kürt sorunu yoktur” ifadesini reklam panolarına asacak noktaya geldiler. Bunun bir açıklaması; çözüm üretemedikleri, önlerine gelen teklifleri de ittifakın devamı için yok saymaları gerektiği için ‘sorun yoktur’ demeyi tercih etmeleri. Bana daha gerçekçi gelen açıklama ise; aslında bizzat içinde yaşadıkları, her boyutunu tecrübe ettikleri bu sorunun varlığını doğrudan Kürt ya da Kürt Meselesi karşıtı olan bir psikoloji üzerinden oy devşirme çabası ile inkâr etmek.
Fiyat artışının temel sebebinin girdi maliyetlerindeki artıştan, bunun da kurlardaki yükselmeden, bunun da iktidarın ekonomi yönetimini becerememesinden kaynaklandığı cümle alemin dilinde. İktidar basınının değilse de sokak medyasının, marketlerdeki kasa kuyruklarındaki insanların belleğinde. Peki iktidarın bulduğu sorumlu kim? Fiyat artışını etiketlere yansıtan zincir marketler. Aslında zorunlu hallerde piyasadaki dalgalanmaları dindirmek için borsaların kapatılması gibi marketler bir hafta kapalı kalsa mesele hallolacak denilse sanırım marketleri kapatmayı deneyebilirler.
Türkiye’de basının iktidarla ilişkisi her zaman sorunluydu. Basın sadece halkın haber alma özgürlüğünün ya da bilgiye erişim hakkının değil kimi zaman da iktidar mücadelesinin, devletteki vesayet odaklarınca siyaset üzerinde baskı kurmanın aracı olarak da kullanıldığı için bu ilişki hiç sağlıklı bir zemine oturmadı. AK Parti de kendisine muhalif basının sermaye yapısını kamu kaynakları ile değiştirerek sorunu çözmek istedi. Büyük ölçüde de başarılı oldu ama yetmedi.
Şimdi de yabancı kaynaklardan fon alan basın kuruluşlarının editör masalarına neredeyse İçişleri Bakanlığı yetkilisini oturtarak sorunu çözme derdindeler. Bu da hâkim yönetim mantığının başka yansıması.
Yer bitti örnek bitmedi. Yüksek öğretimi planlayamamanın, bunun sonucunda patlayan yurt meselesinin faturasını parklarda yatan öğrencilere, yurt arayan gençlere çıkartıp, ‘aldığınız paralar gözünüze dizinize dursun’ demek çözmüyor meseleyi.
Dış politikada herkesin bildiği düğümleri çözmek yerine sorunları sorun eden diğer ülkelerdeki muhataplarınızın bizatihi kendisini sorun etmek de diplomasiyi rayına oturtmuyor.
Kötü ekonomi politikası yüzünden düşmeyen faizleri talimatla indirince de yüksek faiz gerçeği durduğu yerde durmaya devam ediyor.
Işıkları söndürdüğünüzde sorunlar ortadan kalkmıyor sadece daha da kaçınılmaz ve şiddetli hale geliyor. 2023’e kadar bekler miyiz bilmiyorum ama görünen o ki seçmen ışıkları açana kadar da böyle gideceğiz.