Türkiye – BAE Normalleşirken
Türkiye ile uzun süredir tabir yerinde ise kanlı bıçaklı olduğu Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında bir yakınlaşma yaşanıyor. Türkiye her ne kadar, başta Mısır’la ilişkisi olmak üzere, kendi ölçeğine pek de uygun olmayan bir üslupla normalleşme talep etti ise de bu isteği pek kabul görmemişti. Hatta Mısır üstten bakan bir eda ile Türkiye’nin çabalarını ‘lütfen’ kabul eden ama şartlar ileri süren bir yaklaşım sergiledi.
Erdoğan’ın, bölgede ve dış politikada yaşadığı daralmayı, biraz da ekonomik krizin kendisini mecbur kılmasıyla giriştiği aşma çabasına en kritik cevap aslında pek de beklenmeyen bir adresten geldi. Abu Dabi, Arap Baharı’nın başlamasından bir süre sonra neredeyse Türkiye karşıtı cephenin bayraktarlığını yapıyordu.
Erdoğan’ın uzattığı el, başta Riyad olmak üzere körfez ülkelerinin kafasını karıştırdı. Ancak Washington Post yazarı Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğunda vahşice, üstelik Riyad’ın talimatı ile öldürülmesi hem Suudi Arabistan hem de BAE ile Türkiye arasında büyük bir bariyer haline gelmişti. Katar ablukasında Türkiye’nin Doha’ya verdiği güçlü destek bu kutuplaşmayı perçinleyen bir rol oynadı.
Üstelik Erdoğan ile Arap liderler arasında ciddi bir güven bunalımı vardı. Uzun vadeli bir ilişki için uluslararası konjonktür ve siyasal şartlar da müsait değildi. Bu imkânı sağlayan gelişme ise Kasım 2020’de Joe Biden’ın Amerika Birleşik Devleti Başkanı seçilmesi ile yaşandı. Zaten Erdoğan’ın hem içerde hem dışarda normalleşme arayışları da o döneme karşılık geliyor.
Biden’ın gelişi, Trump dönemi bölgede başlayan kutuplaşmanın uzun vadeli olamayacağını tüm taraflara gösterdi. Biden’ın İran’la nükleer anlaşmaya döneceğini söylemesi de bölgedeki diğer ülkelerin konumlarını yeniden gözden geçirmelerini gerektirdi.
Erdoğan’ın, temel gerilim noktası olan Müslüman Kardeşler başta olmak üzere bölgedeki toplumsal hareketlere desteğini azaltması da ilişkilerin yeniden başlaması için zemini hazırladı. Nitekim 25 Temmuz’da Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said’in meclisi askıya almasına Erdoğan ölçülü bir tepki gösterdi. Darbe kelimesini kullanmamaya dikkat etti.
Aslında temaslar Erdoğan ifadesi birkaç aydır istihbarat örgütleri arasında yürüyordu. Bu dönemin Sedat Peker’in videolarını yayınlamaya başladığı 2 Mayıs tarihinden sonraya gelmesi de tesadüf değil zaten. Sonuçta süreç 18 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Tahnoun bin Zayed Al Nahyan ile görüşmesi ile görünür hale geldi. Görüşmeye BAE’nin yatırım yetkilileri de katıldı. Ulusal Güvenlik Danışmanı ve para ilk başta anlamsız gelebilir. Türkiye kamuoyunun daha çok Amerika ile temaslardan aşina olduğu bu makamı Washington’da daha çok eski askerler ya da diplomatlar işgal eder. Çünkü ABD’nin ulusal güvenlik tanımını daha çok askeri ve istihbarî öncelikler belirler.
Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük ama zengin ülkelerde ise güvenlik daha çok para ve yatırım ile satın alınan bir unsurdur. Her ne kadar ülkenin lideri Veliaht Prens Muhammed Bin Zayid BAE’de özellikle Yemen’de ölen askerler için özel törenler düzenleyip bu ‘şehitler’ vasıtasıyla ulusal bir bilinç ve ordu yapısı oluşturma çabasına girse de bunun için daha çok yol var. BAE için güvenlik hala ticari ilişkiler üzerine bina edilen sigorta poliçeleri ile hayata geçen bir kavram.
Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara bakınca odağın yatırım olduğu ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın açıklamalarına göre BAE’nin Türkiye’de büyük yatırım hedefleri var. Ancak BAE’nin çok da sıcak bakmadığı Erdoğan’ın yatırım çağrılarına, ülke ekonomik bir krizden geçerken, körfez ülkeleri asıl hesaplarını post-Erdoğan’a göre yaparken ve Erdoğan’ın oy oranı da düşerken neden olumlu yaklaştığı kritik bir soru.
Konuya yatırım değeri açısından bakıldığında Türkiye şu anda yabancı yatırımcı için sudan ucuz hale gelmiş bir ülke. Borsa İstanbul’un temel göstergesi BIST100’ün Amerikan S&P endeksine ABD doları cinsinden oranı %4’e gerilemiş durumda. 2013’te bu oran tam %30’du. Yani borsadaki şirketler topu topu 8 yıl önce neredeyse 10 kat daha değerli idi. 2016 yılında Başbakan Davutoğlu’nun tasfiye edildiği, darbe girişimi yaşandığı, Rusya ile uçak krizinin sürdüğü bir dönemde %8 olan bu oran, Rahip Brunson krizinin patladığı, Trump’ın Türk ekonomisi tehdit ettiği, S400 krizinin ve Türk bankalarına ceza ihtimalinin gündemden olduğu zaman ise %6,5’tu. Son %4 oranı iktidarın Türkiye’nin ekonomik büyüklüğünü getirdiği yere dair de önemli bir veri sunuyor.
Başta sağlık sektöründe, akla şehir hastaneleri geliyor, yatırım yapması planlanan BAE bu yatırımı nasıl gerçekleştirecek?
Eğer şirket satın alma değil de doğrudan kendi kuracağı fabrika yatırımları gelecek ise bu sadece alkışlanacak bir gelişme olur. Yok eğer zaten değeri dibe vurmuş işletmeler yok pahasına satılacaksa o zaman şu soruları sormak gerek.
Şirketlerin fiyatı nasıl belirlenecek? Satışı kim denetleyecek? Erdoğan’ın tek başına 84 milyonun ortak değeri olan şirketleri satma yetkisi var mı? BAE olası bir iktidar değişikliği sonrası bulmasının zor olduğu şartları kaçırmamak mı istiyor? BAE aslında ciddi bir yatırım yapmayacakken dış politikada Türkiye’yi istediği çizgide tutmak için yatırım ihtimalini sadece bir olta olarak mı kullanıyor?
Bu sorular cevaplanmadan Türkiye – BAE yakınlaşmasına dair olumlu değerlendirme yapmak için erken. Normalleşmenin jeopolitik dengelere etkisinde ise bu iş birliğinin Libya, Suriye ve Afganistan’da yansımalarının olup olmayacağını da takip etmek gerek.
Türkiye’nin başta komşuları, İsrail ve Körfez ülkeleri ile daha öngörülebilir, karşılıklı çıkar temelli bir normalleşme süreci geliştirmesi herkesin faydasına. Burada mesele normalleşmenin hangi dinamikler üzerine oturduğunun şeffaf bir şekilde kamuoyu ile paylaşılması.