Adalet olmadan kardeşlik olmaz
“Adalet”, Fransız Devrimi’nin meşhur bileşenleri özgürlük, eşitlik ve kardeşlik (Liberté, Égalité, Fraternité) arasında kendine yer bulamamıştır.
Bu durum tesadüf değil bilinçli bir tercihtir ve devrimin ruhuyla doğrudan ilgilidir.
Ne yazık ki bu tercih, tarihin en kanlı terör dönemlerinden birini üretmiştir.
Devrimciler, kurdukları yeni düzenin temelinde eski hukukun değil, yeni bir ahlaki ve toplumsal bağın olması gerektiğine inanmışlardı ve bu bağa da “Fraternité” demişlerdi.
Adalet kavramını, eski rejimin (Ancien Régime), soylular ve ruhbanlar gibi ayrıcalıklı sınıfları kayıran sözde hukukuyla ve kralın keyfî adaletiyle (lettres de cachet) özdeşleştiriyorlardı.
“Kardeşlik” derken kastettikleri ise, vatandaşlar arasında duygusal, dayanışmacı ve eşitlikçi bir bağdı.
Herkes kanun önünde eşit olacaktı ama bunu sağlayacak olan, soyut ve soğuk bir adalet fikri değil, birbirini kardeş gören vatandaşların dayanışması olacaktı.
Devrim döneminde 'kardeşlik' romantik bir kavram değildi, millî birlik ve yurttaşlık bağını ifade ediyordu.
Üçüncü sınıf (burjuvazi ve halk) bu kavram üzerinden kendini “millet” olarak tanımlıyor, soylulara ve krala karşı ‘biz kardeşiz, sizler ise bize yabancı ve düşmansınız’ diyordu.
Terör dönemi dahil olmak üzere, “kardeşlik”, çoğu zaman ‘bizden olanlarla dayanışma, düşmanlara karşı acımasız olma’ şeklinde yorumlandı.
Yani fraternité birleştirici olduğu kadar dışlayıcı bir kavramdı: Vatanın düşmanlarına ölüm, kardeşlere özgürlük ve eşitlik.
Devrimin sloganlarına “adalet” eklenmedi, çünkü devrimciler adaleti özgürlük ve eşitliğin doğal sonucu olarak görüyorlardı.
Onlara göre eski rejimin adaleti sahteydi, yeni rejimin adaleti ise özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üçlüsünden doğacaktı; bunlar gerçekleştiğinde, adalet kendiliğinden tesis edilmiş olacaktı.
Ayrıca “adalet” kavramı, Robespierre gibi Jakobenler için bile fazla soyut ve eski rejim kokan bir kelimeydi. Onlar çok daha somut, duygusal ve militan bir bağ istiyordu.
Hukukun evrensel ilkelerini ve yargılama usullerini “ayak bağı” olarak görüyorlardı.
Fraternité ifadesi, 1793-1794 Terör döneminde, özellikle Robespierre ve Jakobenlerin en radikal zamanında “Fraternité ou la Mort” olarak değiştirildi. Anlamı şuydu: ‘Kardeşlik ya da ölüm.’
Yani, ‘ya bizimle kardeşlik bağı içinde olup devrimin yanında yer alırsın, ya da vatan haini olarak ölümü hak edersin’ diyorlardı.
“Kardeşlik”, bir dayanışma çağrısından çok tehdit ve zorbalığın siyasi aracı haline gelmişti.
Bu sloganla adaletin yerine koymaya çalıştıkları “devrimci vicdan”, yargıyı bir silaha çevirmişti.
Adalet, kanunlara göre yargılamayı, savunma hakkını ve orantılı cezayı gerektirir.
Oysa terör döneminde “devrimci dayanışma” tüm bu temel ilkeleri rafa kaldırdı.
Bir kimse suç işlese bile, “kardeşlerdense”, yani devrimcilerin yanındaysa, affedilebiliyordu.
Ancak “kardeşlerden” değilse, karşı-devrimci, hatta “ılımlı” olduğundan şüphe duyulursa kendisini giyotinde buluyordu. Savunma hakkı, delil, mahkeme gibi şeyler çoğu zaman göstermelikti.
Yani adalet, artık bağımsız bir ilke olmaktan çıkarılıp; tanımı muğlak, sınırları belirsiz bir yurttaşlık bağına göre şekillendirilir hale getirilmişti.
“Kardeşlerden” olduğun sürece adalete ihtiyacın yoktu, onlardan değilsen zaten senin için adalet diye bir şey yoktu.
“Fraternité ou la Mort” şu mesajı veriyordu: ‘Bu devrimin adaleti yok. Sadece tarafları var: bizimle kardeş olanlar ve ölecek olanlar.’
Fakat aşkla şevkle bu sloganları atanların pek çoğu, “kendi kardeşlerinin giyotininde” can verdi!
Çok sayıda insanın hayatına mal olan bu kanlı tecrübeden çıkaracağımız ders şu:
Adalet yoksa, kardeşlik bağı da dahil hiçbir bağ gerçek değildir.
Adaletin olmadığı yerde “kardeşlik”, dayanışma falan değil, iktidardakilerin kimleri kendi taraftarı saydığına göre değişen geçici bir ayrıcalıktır.
Zorbaların istedikleri anda keyiflerine göre ters yüz edebilecekleri kırılgan bir aidiyet duygusudur.
En yüce idealler bile adalet tarafından sınırlandırılmadıklarında, önce masumiyetlerini, sonra anlamlarını kaybederler.
