Dostoyevski’nin köpeği ejderhaya dönüşünce
Büyük Rus filozof ve romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, “Ölüler Evinden Anılar” adlı otobiyografik eserinde bizzat şahit olduğu bir hapishane hikayesini anlatır.
Hapishanenin yüksek duvarları arkasında mahkumlarla beraber mahsur kalmış köpekler vardır.
Bunlar arasında mahkumların Belka (sincap) ismini taktıkları bir köpek Dostoyevski’nin dikkatini çeker.
Belka’nın hali içler acısıdır: Hastalıklıdır, gözleri akar, daima kıstığı kuyruğunun tüyleri dökülmüştür. Her daim boynu eğiktir. Havlamaya bile cesaret edemez. Verilen ekmek artıklarıyla yaşar.
İlginç olan, Belka’nın bir mahpus gördüğünde, hemen “Ne istersen yap, teslimim” dercesine sırtüstü yatmasıdır. Mahpuslar, önlerine yatan hayvanın karnına “Tüh rezil!” diyerek bir tekme sallamayı alışkanlık edinmiştir. Tekme yiyen Belka gıkını çıkarmaya bile cesaret edemez, ancak canı çok yandıysa, boğuk, acıklı bir sesle ulur.
Belka sadece insanlara karşı değil diğer köpeklere karşı da teslim bayrağını çekmiştir. Güçlü bir köpek hırlayarak, havlayarak üzerine atılınca Belka hemen sırtüstü yatıverir, mücadele etmez.
Bu köpeği takip etmeye başlayan Dostoyevski, bir gün ona yaklaşıp merhametle başını okşamaya çalışır.
Her zamanki gibi yatıp karnına sert bir tekme yemeye hazırlanan köpek, bu beklemediği davranışa garip bir tepki verir: Çöker, titrer, iniltiyle ağlama arası sesler çıkarır.
Bu hadiseden sonra Belka, Dostoyevski’yi uzaktan görünce bile inlemeye, acıklı sesler çıkarmaya başlar.
Dostoyevski’nin hikayesi, sadece hapishanedeki bir hayvanın değil, pek çok mahpusun ve genel olarak “insanlık onuru zedelenmiş” herkesin psikolojisini yansıtan derin bir metafordur.
Canlılar bazen sistematik şiddete o kadar maruz kalırlar ki, bu durum onlar için “normal” hâle gelir. Tekme beklemek ve ona göre pozisyon almak, bir nevi hayatta kalma ve durumla başa çıkma yöntemidir. Kötülük, öngörülebilir olduğu için “güvenlidir.”
Hayatında sadece nefret ve şiddeti tanıyanlar için ansızın gelen sevgi, anlaşılmaz, tekinsiz ve hatta saldırganlıktan daha korkutucu bir şeydir.
Şefkat, köpeğe (ve mahpuslara) aslında hak ettikleri ama kendilerinden esirgenen “haysiyeti” hatırlatır. Bu hatırlatış, çektikleri acıyı daha da dayanılmaz kılar.
Tekme yediğinde sadece canı yanan hayvan okşandığında, yalnızlığı, ezilmişliği ve haysiyetsizliği ile yüzleşir.
Şimdi bir düşünce deneyi yapalım.
Belka istediği her canlıyı parçalayabilecek kadar güçlenseydi ne olurdu?
Büyük ihtimal kendisine zulmedenlerden intikam alma peşine düşerdi.
Artık hiçbir canlıyla normal ilişkiler kuramaz, ne bir hayvanı ne de bir insanı sevebilirdi.
Her canlıya şüphe ile bakar, her insan ve hayvan kendisinden korksun isterdi.
Ömrünün geri kalanını da, bir gün gücünü kaybedip yeniden acze düşme korkusuyla yaşardı.
Yokluk ve adaletsizlikler içinde örselenerek yetişenler arasında yaygın bir davranış kalıbı bu.
Pek çok insan, yetişirken tanışmadığı hak, adalet, merhamet, empati gibi kavramları sonradan içselleştiremiyor.
Böyleleri, mağduriyetlerinden sorumlu tuttukları topluma karşı kinle doluyorlar.
Adalet denince akıllarına intikam geliyor.
Eğer güçlüyseler kurallara uymayı eziklik, merhamet göstermeyi acziyet, başkasının hukukuna saygı duymayı enayilik gibi görüyorlar.
Kaba kuvvetin üzerinde bir değer tanımıyorlar.
Herkesten şüphe ediyor, iyiliğe asla inanmıyor, iyilik gibi görünen her şeyin aslında ardındaki kötülüğü gizleyen bir kandırmaca olduğunu düşünüyorlar.
Ruhlarında açılan onulmaz yaraların kabuk bağlamasını istemiyorlar.
Yaralarını -başkaları dokunmazsa- kendileri yeniden kanatıyorlar ki acımasız bir ölüm kalım mücadelesinden ibaret gördükleri hayatta yırtıcılıkları azalmasın.
Belka’nın ejderhaya dönüşmesi uçuk bir fantezi değil, hayat içinde sıkça tekrarlanan bir döngü.
Zorbalıkla yoğrulmuş bir hayat yaşayanların gücü ele geçirmesi felaketlere yol açıyor.
Hırpalanan herkes zalim olmuyor ama şiddeti tek dil bilenler, gücü ele geçirdiklerinde durmayı bilmiyorlar.
Çünkü yaralı ruhları, ancak bir ejderha olup dünyayı yakarak susturabiliyor geçmişin sızısını.
