Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz
Gelecekle ilgili hayalleriniz olmayınca dünü yad etmek ve onu yüceltmek de kaçınılmaz oluyor. Yıllar önce köy meydanında otururken birkaç orta yaş büyüğümüz köyün gençlerini kastederek “yeni nesilde ahlak, edep kalmadı. Eskiden böyle miydi ama!” diye şikayetlendiğinde ihtiyarlardan biri sözünü keserek “dün olanlar ne kadar doğru idi ki bugünü yanlış buluyorsun!” diye itiraz etmiş ve birçok örnekle dünü anlattıktan sonra “Allah gurbeti icat etti de bizi kurtardı yoksa bu köyün mezarlığı birbirini vuranlarla dolup taşardı!” demişti.
Askerden döndükten sonra yedi sekiz yıl yaşadıklarımla ilgili hiç konuşmadım. Konuştuklarımda tepkisel şeylerdi. İçimde eksik kalan bir şeyler varmış gibi zaman zaman rüyamda yine askerde olduğumu ve aynı birlikte görev yaptığımı görüyorum. Bugün, o günlerde yaşadığım pek çok saçmalığı gülerek anlatıyorum ama bunları yaşarken çektiğim ıstırabın tarifi benim için yok gibi. Biz ne için gitmiştik nelerle uğraştık!..
Geçmişten uzaklaştıkça yaraların sarılması, kabuk bağlamasından mıdır nedir, geçmiş tüm arızalarından sıyrılarak arzuyla anlatılan bir masala dönüşüyor.
Ankara’nın gecekondularında büyümüş birisi olarak o günleri özlediğimi söylersem sanırım kimse yadırgamaz. Ama o günlerin çok iyi olduğunu söylemek çok başka bir şey. Elektriğin, suyun doğru düzgün olmadığı, asfaltın a’sının bilinmediği, yoksulluğun kol gezdiği yerlerdi. O günlerin yoksul kahvaltı sofraları bugün diyet programlarında reçete olarak veriliyor insanlara. Sofrada herkesin önüne kibrit kutusu kadar peynir, 3-5 zeytin, ev yapımı reçel, pekmez konurdu. 5-6 kişilik bir ailede bir koli yumurta (30 adet) ile bir ay idare edilirdi.
Hiç mi güzellikleri yok, elbette var ama o güzellikler bize o resmin arkasındaki yoksunluk ve fakirliği de unutturmamalı.
***
Nereden buraya geldik?
Danıştay’ın Andımız ile ilgili kararı ile yeniden başlayan tartışmalar ve bu tartışmalarda kendince taraf tutanların tavrı yukarıdaki nostaljik durumları hatırlattı bana. Bugün pek çok ülkede andımız benzeri metinler okunuyor. Okunuyor, ancak bizim gibi bazı sorunları hala aşamamış ve milletleşme sürecini tamamlayamamış hemen her toplumda bu tür dayatmaların toplumsal barışa katkı yerine zarar verdiği gözle görülen bir gerçek.
Bizim yeni bir hikâye yazmamız gerekirken dönüp dolaşıp aynı yerlere takılmamız gerçekten çok üzücü.
İstesek de istemesek de bu ülke sadece Sünni-Laik-Türklerden oluşmuyor. Bu ülkede az da olsa Gayrımüslimler, Alevi-Şii Türkler, Sünni-Alevi Kürtler ve başkaları da var. Sabah akşam Batı değerlerine küfredip sonrada dünyayı Batı icadı milliyetçilikle görmek tuhaf bir durum.
Daha önce de yazığım gibi maalesef ülkemizin her renginde İttihatçılığın olumsuz bütün özelliklerini taşıyan bir damar var.
***
“Bizim milliyetçiliğimiz iyi Batı’nın ki kötü” demek bir çıkış yolu sunmuyor bize.
Geçen hafta Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı’nın şiddete uğrayan kadınların yardım istemesi için geliştirdiği ve 2018 yılında faaliyete geçen Kadın Acil Destek (KADES) uygulamasının 6 dilde faaliyete geçtiğini açıklarken, bu diller arasına Kürtçe’yi eklemeyi unutuyor ama İngiliz, Fransız, Rus turistleri unutmuyorsa kendi milliyetçiliğimizin kucaklayıcı olduğuna kimseyi inandıramazsınız.
Benzer şeyler Alevilik için de söz konusu, CHP genel başkanı bu kimliği dolayısıyla meydanlarda yuhalanabilirken ve Aleviler kamusal alanda kendilerine haksızlık yapıldığı kanaatine sahipken devleti temsil makamındakilerin “hayır, böyle değil!” deme lüksü yoktur. Bunun nedenlerini görmek ve çözmek için çalışmanız gerekir.
***
İşte tam bu noktada Millet İttifakı çatısındaki eski düzen takıntısı da yine böyle bir şey. Parlamenter sistem pek çok açıdan Türkiye’de büyük bir başarısızlık hikayesi yazdı. Burada asıl amaç parlamenter sistemi geri getirmekten çok iki sistem arasında daha dengeli bir sistem kurmak olmalı. Tarafsız Cumhurbaşkanı safsatası ile kendimizi kandırmayalım. Geçmiş hiçbir Cumhurbaşkanı tarafsız değildi ki Sayın Erdoğan’dan bunu bekleyelim.
Bizim sorunumuz mevcut şartlar altında -referandum sürecinde de yazdık- Başkanın neredeyse sınırsız ve kontrolsüz bir güce sahip olmasıdır. O günlerde bu düzenleme ile bir Cumhurbaşkanının ülkeyi yönetmek için meclise ihtiyacı olmadığını söylediğimde pek çok arkadaşımız gülmüştü.
Bence, yasama organının yürütmeyi daha sıkı bir şekilde denetlediği ve belki de ABD’de olduğu gibi bazı konularda başkanın yetkisiz kılındığı bir düzenleme üzerinde çalışılmalı ve Bakanlar da meclise karşı sorumlu hale getirilmelidir.
Ama gelin görün ki Herakleitos’un dediğinin tersine aynı nehirde iki kere yıkanmak için sürekli didinip duruyoruz…