Açık Deniz: Ruhumuzun kıyısına vurmuş bir kitap...
Edebiyatta en çok eksilen şey, görünür olanı anlatma kabiliyetinden çok, görünmeyeni işaret edebilen o ince sezgidir. Kelimelerin bittiği yerde nefes alabilen, gürültünün içinden sessizliği çekip çıkarabilen, insanın kendi içindeki kırık aynayı usulca eline tutuşturan bir sezgi… Tam da böyle bir dönemde Şeyma Samur’un Açık Deniz’i, edebiyatın unuttuğu bir duyarlığı yeniden çağırıyor.
Ketebe’den yayımlanan kitap, Türkçe öykünün uzun süredir beklediği bir kırılmayı müjdeliyor. Yalnızlığa, utanca, çocukluğun pürüzlü hatırasına yaslanan ama bunu ağdalı bir karanlıkla değil, sezginin hafif ama keskin ışığıyla yapan bir dil. Klasik anlatının vakur ritmini büyülü gerçekliğin sisli eşiğine taşıyan bir yöntem. İşte Üçüncü Yeni tam bu noktada beliriyor: Sezgiyi estetiğe, estetiği insanın iç gerilimine, iç gerilimi de toplumsal hafızaya bağlayan yeni bir edebî damar.
Samur’u bir tıp doktoru olarak yıllarca insanların sırtına kulağını dayamasından kalan tecrübe, öykülerinde başka bir duyargaya dönüşüyor. Birinci Remil’de kokuların içinde yolunu arayan Mansur’un hikâyesi, yalnızca bireysel bir trajedi değil insanın hayatla kurduğu kırılgan ilişkinin de alegorisi. Lavanta, menekşe, helyotrop gibi kokuların arasında sıkışan o ruh hâli, aslında bir toplumun kendi hafızasına karşı duyduğu tuhaf yabancılığın kokusudur. Çünkü bu ülkede herkes biraz Mansur’dur: Kendine ait bir koku ararken, başkasının kaderine sıkıştığını fark eden…
Bugünlerde yeniden tartışılan İkinci Yeni’nin gölgesinde, imgenin kurtarıcılığının konuşulduğu bir devirden geçiyoruz. Ama asıl mesele artık imgede değil. Mesele, insanın iç sesine açılan o kapıda. İkinci Yeni bizi dile götürdü, Şeyma Samur sezgiye götürüyor. Üçüncü bir damar açıyor. Bir tür Üçüncü Yeni: Ne geleneğin ağırlığında ne modernliğin savruk entropisinde. Daha sessiz, daha derin bir yer: İç ritmin siyaseti.
Evet, siyaseti. Çünkü Samur’un yaptığı yalnızca edebiyat değil insanın iç dünyası ile toplumun dış gerilimi arasında görünmeyen bir köprü kurmak. Mansur’un Rebul vitrinine gizlice yerleştirdiği küçük şişeler bile aslında politik bir imadır: Bu ülkede hiçbir şey kaybolmaz, yalnızca kokusu değişir. Ve bazen bir toplumun ağır hatırasını bile en iyi koku taşır. Bastırılanın geri dönme biçimidir koku ister çocukluğun utancı olsun ister bir toplumun bütüncül hafızası.
Bu yüzden Açık Deniz politik bir öykü kitabıdır fakat bağırmadan, fısıldayarak... Siyaset, insana dışarıdan dayatılan bir kurgu değil de içeriden büyüyen bir gölge olarak belirir. Zeynep’in kendi annesinin göğsüne yüklediği suç, Leyla’nın kaderle arasına sıkıştırdığı sessizlik, Mansur’un dünyaya tutunmak için aradığı koku… Hepsi aynı soruyu sorar: İnsan, kendisine biçilen kaderi ne zaman reddeder? Ne zaman boyun eğer? Ne zaman kendi yazgısının kokusunu değiştirir?
Çünkü bu ülkede kader bile politiktir. İnsanların taşıdığı utanç, sakladığı korku, küçücük bir vitrinin arka rafına gizlediği hayat… Hepsi birer toplumsal bellek kırıntısıdır. Türkiye’nin uzun siyasal gelgitlerinde sıkça unuttuğumuz şey şudur: Edebiyat yalnızca bir estetik alan değil, toplum ruhunun en derin odasıdır. Samur’un öyküleri bu odayı yeniden açıyor.
Bugünün Türkiye’sinde herkes bir tür “remil” tutar hâlde yaşamıyor mu? Herkes kendi geleceğini kokularla, anılarla, tesadüflerle okumaya çalışmıyor mu? Siyasetle yorulan, ekonomik krizler arasında sıkışan, toplumsal belirsizliğin sisinde yol arayan bir halkın ruh hâli, Samur’un karakterlerinde ince ince titreşiyor. Bu yüzden Açık Deniz yalnızca edebiyatın değil, zamanın da kitabı.
Belki de yıllar sonra dönüp baktığımızda, bugün elimizde tuttuğumuz bu kitabın bir akımın başlangıcı olduğunu söyleyeceğiz. “İkinci Yeni dili özgürleştirdi, Üçüncü Yeni ruhu görünür kıldı” diyeceğiz. Ve o akımın ilk adımı, lavanta kokusuna karışmış bir hikâyede, Mansur’un yalnızlığında, Zeynep’in utancında, Leyla’nın sessizliğinde atılmış olacak.
Açık Deniz, yalnızca bir kitabın değil, uzun süredir unutulan bir duyarlığın da geri dönüşüdür. Sessiz ama derin bir dönüş. Suyun yüzeyinde fark edilmeyen ama akıntının yönünü değiştiren bir hareket gibi.
Ve edebiyat bazen tam da böyle başlar:
Bir insanın kaderine sinmiş hafif bir kokunun, koca bir toplumun ruhuna temas ettiği yerde.
