Alnı terleyenler, yüzü kararanlar: 1 Mayıs ve susturulan sınıf
1 Mayıs 1886’da Amerika’nın Chicago kentinde işçiler sekiz saatlik iş günü talebiyle sokağa çıktıklarında, emek sadece bir ekonomik talep değil, aynı zamanda bir haysiyet meselesiydi. Haymarket Meydanı’nda patlayan bomba ve ardından gelen infazlar, işçi sınıfının yalnızca alın teriyle değil, kanla da çalıştırıldığını gösterdi. Bu tarih, yalnızca Batı’da değil, dünyanın dört bir yanında emek mücadelesinin simgesine dönüştü. Her 1 Mayıs, yalnızca bir bayram değil, bir hafıza taşıyıcısı, bir isyan ritüelidir.
Türkiye’de 1 Mayıs, bu hafızanın en sancılı biçimlerinden birine sahip. 1977 Taksim 1 Mayıs’ı, yalnızca bir miting değil, bir katliam olarak tarihe kazındı. 34 kişi, kurşunlarla, ezilerek, devletin ve karanlık güçlerin gözleri önünde öldürüldü. O gün, Türkiye’de işçi sınıfının yalnızca sömürüldüğünü değil, aynı zamanda susturulmak istendiğini açıkça ortaya koydu. 1 Mayıs’ın yalnızca pankartlarla değil, yasaklarla da anılması bir tesadüf değil, bir yönetim pratiğidir.
Ve o pratik, bugün de sürüyor. Bir zamanlar “iktidar olduğumuzda herkes özgürce 1 Mayıs’ı kutlayacak” diyenlerin yönetiminde, bugün Taksim Meydanı demir bariyerlerle çevrili. İstanbul Valiliği, sokağa çıkmayı bile güvenlik tehdidi sayarken, sendikalar polis ablukasında yürümeye çalışıyor. Emek, bir kez daha yalnızca çalıştırılan değil, kontrol edilen bir varlık. Yani 1 Mayıs, yalnızca sınıf mücadelesinin değil, hafıza mücadelesinin de günü.
Ama ne yazık ki bugün bu mücadele yalnızca bastırılmıyor, aynı zamanda estetize ediliyor. 1 Mayıs, artık bir hak arama değil, bir algoritma dekoru. Alın teriyle değil, filtrelenmiş fotoğraflarla kutlanıyor. Gerçek işçiler yok meydanlarda. Çünkü gerçek işçiler artık temsil edilmiyor. Onlar kayıt dışı, kimliksiz, sendikasız. Motokuryeler, temizlik işçileri, mevsimlik tarım işçileri, Suriyeli inşaatçılar, Afgan maden işçileri.
Zonguldak'ta kaçak bir maden ocağında çalıştırılan göçmen bir işçi Mohammad Nourtani’nin trajedisi, bugünün 1 Mayıs'ını anlamak için sarsıcı bir örnek. İnsanlık dışı koşullarda hayatını kaybetti. Olay sonrası açılan davada verilen cezaların düşüklüğü, kamuoyunun vicdanını yaraladı. Bu ülkede göçmen bir işçinin hayatı bu kadar kolay göz ardı edilebiliyorsa, 1 Mayıs yalnızca bir kutlama değil, toplumsal vicdanın sınandığı bir eşik olmalıydı. Ama olmadı.
Oysa bu ülkede emek, yalnızca bir anayasa maddesi ya da bir sosyal hak değildir; aynı zamanda derin bir ahlaki sorumluluk konusudur. İslam geleneğinde işçiye hakkının verilmesi, yalnızca bir erdem değil, bir imtihandır. Peygamber Efendimizin “İşçinin ücretini, alın teri kurumadan veriniz” buyruğu yalnızca bireysel bir iyilik değil, emekçinin onurunun ve geçiminin korunması adına bir toplumsal yükümlülüktür. Kur’an-ı Kerim’de Maide Suresi 1. ayette “Akitlerinize sadık kalın” buyrularak emeğin karşılığının zamanında ve eksiksiz verilmesi gerektiği vurgulanır. Ne var ki bugün, alın teri kurumadan değil, kurumaya dahi fırsat bulamadan buharlaşıyor. Çünkü hakikat gibi ücret de öteleniyor, inkâr ediliyor, değersizleştiriliyor.
Çünkü bu ülkede işçiyi yakmak suç sayılmıyor, dile getirmek radikal sayılıyor. Bugün ekranlarda TÜİK verilerini “baz değildir” diye kenara iten akademisyenler konuşuyor. Oysa asgari ücret, açlık sınırının altında. Emekçi, artık yaşamak için değil, borcunu ödemek için çalışıyor. Asgari ücret bir pazarlık değil, bir tahakküm biçimi haline geldi. Masada işçi yok, yalnızca onun adı dolanıyor; ücretin değil, itaatin pazarlığı yapılıyor artık.
Peki, bu sessizlik neden? Neden meydanlar boş, neden işçilerin adı yok? Çünkü emek, yalnızca ekonomik değil, politik bir mesele. Ve Türkiye’de emek, bir sınıf değil, bir kriz olarak görülüyor. Bugün emekçilerin şehir merkezinden uzaklaştırılması yalnızca mekânsal bir önlem değil, belleğin rejim tarafından yeniden tarif edilmesidir. Mekân, tarih ve temsil, özellikle işçi sınıfı söz konusu olduğunda, yalnızca fiziksel alanları değil, zihinsel haritaları da kapsar. Emekçiyi görünmezleştirmek, onu yalnızca çalışma alanında değil, toplumsal tahayyülde de silik bir gölgeye dönüştürmektir.
Bu durum, edebiyatta da yankı bulmuştur. Orhan Kemal’in ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanında tarım işçilerinin yoksunlukla, baskıyla ve sessizlikle kuşatılmış hayatları, yalnızca ekonomik sefaletin değil, aynı zamanda işçilerin siyasi iklim tarafından nasıl denetim altına alındığının da göstergesidir. Aynı şekilde, Sabahattin Ali’nin ‘Kuyucaklı Yusuf’undaki Yusuf’un öfkesi, taşranın yalnızlaştırılmış emeğinin ve sınıf bilincine erişemeyen gençliğin trajedisidir. Fakir Baykurt’un ‘Kaplumbağalar’ romanında, toprakla boğuşan köylüler, bir yandan devletin lütufkâr bakışına mahkûm edilirken, öte yandan kendi öz örgütlenmesini kurma çabasıyla bir sınıfsal uyanışın eşiğine getirilir. Bu metinler yalnızca işçiyi anlatmakla kalmaz, yayımlandıkları dönemlerin siyasal atmosferine karşı hafıza taşıyıcısı olarak da işlev görür. Yazıldıkları yılların baskı ortamı, sansür iklimi ve sınıfsal belirsizliği, bu eserleri birer edebi direniş metnine dönüştürür. İşte bu yüzden, emekçiyi kamusal hafızadan dışlayan her politik müdahale yalnızca güncel bir mesele değil, tarihin susturulanlar mezarlığında yeni bir mezar taşıdır.
Dünyada 1 Mayıs hâlâ bir mücadele günü. Fransa’da emeklilik yasasına karşı çıkanlar sokakta. Almanya’da sendikalar çalışma saatlerinin düşürülmesini talep ediyor. İtalya’da kadın emeği merkezli yürüyüşler yapılıyor. Türkiye’de ise güvenlik güçleriyle işçilerin arasına örülen bariyerler konuşuluyor.
Emekçinin susturulması, yalnız ekonomik zorlukla değil, temsil alanlarından dışlanmasıyla ilgilidir. Susturulan göçmen işçiler, adı bile anılmayan kadın emeği; yalnızca sosyal tabakalaşmanın değil, etik çöküşün de belirtisidir. Bugünün meydanlarında hatırlanması gereken, kutsanmış bir üretkenlik miti değil; görmezden gelinmiş hayatların, bastırılmış hafızaların direnişidir. Çünkü emek artık sadece geçimle değil, hakikatin dolaşım koşullarıyla ilgilidir. Ve 1 Mayıs, bu koşulların baskılandığı, yeniden yazıldığı ve kimi zaman sessizce gömüldüğü her coğrafyada, susanla susan arasında kurulan o derin ve kırılgan bağın adıdır.
