Doğu’nun kendi hikâyesi: Batı’dan Önce’yi okumak
Okumayı dört gözle beklediğim ama ancak zaman yaratabildiğim kitaplardan birisi hakkında yazmak istedim. Ayşe Zarakol’un Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Batı’dan Önce: Doğu Dünya Düzenlerinin Yükselişi ve Düşüşü beklediğimden de iyi bir kitap olarak rafımda yerini aldı.
Uluslararası ilişkiler disiplininde, Batı merkezli anlatılara alternatif bir tarih yazımı mümkün mü sorusunun izini süren bu kitap, yalnızca akademik bir katkı değil, aynı zamanda düşünsel bir sarsıntı sunuyor. Parçalı anlatıların yerine tarihsel sürekliliği koyan Zarakol, Doğu’nun dünya tarihindeki yerini yalnızca Batı ile mukayese ederek değil, kendi iç dinamiklerini merkeze alarak yeniden tarif ediyor. Bu yönüyle dahi farklı bir kulvarı zorlamış ve başarmış.
Kitabın ana omurgasını, “13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Asya merkezli dünya düzenlerinin nasıl kurulduğu ve neden çöktüğü” sorusu oluşturuyor. Moğol İmparatorluğu’nun kurduğu entegre sistemin açtığı büyük siyasal ve entelektüel havza, Timur, Osmanlı ve Ming gibi imparatorluklar arasında hem bir miras hem de bir rekabet zemini yaratıyor. Zarakol’a göre bu yapılar sadece askerî ya da ekonomik güç merkezleri değildi. Aynı zamanda siyasi meşruiyet üreten, yönetim biçimlerini düşünsel bir çerçeveye oturtan aktörlerdi. Doğu’nun dünya tarihindeki yeri, pasif bir geçmişin değil, aktif bir düzen kuruculuğun hikâyesiyle okunmalıydı.
Zarakol’un asıl çarpıcı tezi, modern uluslararası sistemin doğuşunu sadece Avrupa’nın iç dinamikleriyle açıklayan geleneksel anlatıya getirdiği eleştiride beliriyor. 19. yüzyılda Batı’nın yükselişi, kader değil, Doğu’daki siyasal istikrarsızlıklar, merkezî otorite krizleri ve epistemolojik kopuşlarla birlikte okunması gereken tarihsel bir sonuçtu. Yani Batı’nın bugünkü konumu bir zorunluluğun değil, tarihi ihtimaller zincirinin sonucuydu. Bu bakış açısı, Doğu’yu sürekli bir geri kalmışlık üzerinden değil, dünya sisteminin kurucu unsurlarından biri olarak ele almayı öneriyor.
Kitap boyunca Zarakol, Moğol İmparatorluğu’nun kurumsal mirasının hem Osmanlı’da hem de Timurî ve Çin imparatorluklarında nasıl yeniden yorumlandığını örneklerle açıklıyor. Osmanlı’nın imparatorluk anlayışı, Ming’in göksel meşruiyet doktrini ya da Timur’un ilim ve fütüvvet sentezi, yalnızca iç siyasi gereksinimlerin değil, aynı zamanda dönemin entelektüel ikliminin birer ürünü olarak analiz ediliyor. Bu bağlamda kitap, uluslararası ilişkiler kuramlarını tarihsellikten kopuk kavramsal şemalar olmaktan çıkarıp, tarihî tecrübeyle iç içe geçmiş yapılar olarak yeniden düşünmeye çağırıyor.
Zarakol’un Batı’dan Öncesi, Edward Said’in Oryantalizmine mesafeli ama onunla hesaplaşmadan da uzak bir yerde duruyor. Doğu’yu sadece Batı’nın kurduğu epistemolojik şemanın nesnesi olarak değil, kendi başına bir özne olarak inşa etmeye çalışan bir çabanın ürünü. Bu yönüyle, Dipesh Chakrabarty’nin Tarihin İlgası metnini anımsatıyor ama ondan daha sistematik bir bütünlüğe sahip. Zarakol’un metni, yalnızca kültürel temsillerle değil, siyasal yapılar ve entelektüel geleneklerle de ilgileniyor.
Kitabın dili akademik ama mesafeli değil. Kavramsal yoğunluğu yer yer zorlayıcı olsa da bu zorluk, metnin ciddiyetinden çok, alanının sınırlarını zorlayan yapısından kaynaklanıyor. Zarakol, yalnızca tarih anlatmıyor, aynı zamanda uluslararası ilişkiler kuramlarının tarih dışı kabullerini de deşifre ediyor. Bu açıdan Batı’dan Önce, klasikleşmiş kuram kitaplarıyla değil, onların varsayımlarını sorgulayan metinlerle birlikte okunmalı. Örneğin Wallerstein’in dünya sistemi yaklaşımı ya da Bull’un düzen teorisiyle yapılacak karşılaştırmalar, kitabın ne söylediğini daha berrak biçimde ortaya koyabilir.
Benim için kitabın en etkileyici yanı, Doğu’nun da kendi krizlerini üretmiş olabileceği fikrini çekincesizce dile getirmesiydi. Bu, bir mağduriyet anlatısına yaslanmadan özneleşmeye dair düşünsel bir hamle ve çok kıymetli. Zarakol, Doğu’nun hikâyesini yazarken onu savunma refleksiyle değil, sorgulama cesaretiyle ele alıyor. İşte bu yaklaşım, Batı’dan Önce’yi hem teorik hem tarihsel bir metin olarak apayrı bir yere koyuyor.
Sonuç olarak, bu kitap yalnızca geçmişi anlamamıza yardımcı olmuyor. Aynı zamanda bugünkü entelektüel alışkanlıklarımızı ve siyasal varsayımlarımızı da yerinden oynatıyor.
Zarakol’un çalışması, okura ezber bozan bir tarih anlatısı sunmakla kalmıyor, düşünsel bir yeniden inşa çağrısı da yapıyor. Bu türden metinlerin azlığı içinde, Batı’dan Önce gerçek anlamda istisnai bir kitap. Bilgi vermekle yetinmeyip, düşünmeye davet eden her kitap gibi, kendisiyle birlikte yeni sorular da getiriyor.
Son zamanlarda okuduğum en kıymetli anlatılardan birisi oldu. Devamını dilerim.
