Faizin yasası, piyasanın ahlakı, hukukun suskunluğu
Bu ülkede uzun zamandır “faiz haramdır” diyen dillerle “faizsiz yaşamak imkânsızdır” diyen hayatlar yan yana duruyor. Bu iki cümle arasında bir uçurum var, fakat o uçurumun kıyısında duranların çoğu düşmekten çok, düşmüş gibi yapmayı seçiyor. İlki bir ilkeye, ikincisi bir teslimiyete işaret ediyor. Dindarlık ise görünür yüzeyde tam bu iki cümle arasına sıkışmış, yönünü kaybetmiş, vicdanıyla cüzdanı arasındaki gerilimde kimliğini ertelemiş durumda. Artık ortaya çıkan şey ne bir itikattır ne bir tercih…Bu bir tür konforlu çelişkidir: Haramın adını telaffuz eden ama o haramla kol kola yaşayan bir gündelik hayat politikası.
Bugün birçok insan için dindarlık, Allah’a yakın olma çabası değil, sisteme fazla uzak düşmeme telaşıdır. Ekonomi, inancı terbiye ediyor, kur kutsalı belirliyor. Enflasyonun %50’leri aştığı, fiyat etiketlerinin sabah akşam değiştiği, pahalılığın mukadderat, yoksulluğun sabırla meşrulaştırıldığı bir düzende, artık dinin yaşanabilirliğinden değil, pazarlanabilirliğinden söz ediliyor.
“Faizsiz sistem”, “katılım bankası”, “murabaha” gibi ifadeler, fıkhi kaygılardan değil, finansal arayışlardan doğuyor. Sisteme itiraz eden değil, sistem içinde kendine helal bir pozisyon icat eden bir dindarlık bu. Ve ne yazık ki, piyasayla barışmış bir inanç dili, zamanla inancı da piyasa kadar yüzeysel hale getiriyor.
Aslında faiz, sadece ekonomik bir mesele değil ahlaki çöküşün de barometresi. Bugün faiz dediğimiz şey, yalnızca paranın değil, dilin, ilkenin ve izzetin de faizini alıyor. Adalet, liyakat, emanet, tevazu… Hepsi söylendikçe içi boşaltılmış, içeriksiz, ama hâlâ göz boyamakta kullanılan kavramlara dönüşmüş durumda. Zaten bir kavram ne zaman her yerde görünür oluyorsa, çoğu zaman bilin ki içi çoktan boşalmıştır. Bugün “ahlak” diyenin lüks aracı var, “adalet” diyenin dokunulmazlığı, “emanet” diyeninse hamili kart yakını. İtiraz edene de rastlayamazsınız şu cümleme…
Bahsetmek istediğim şu: Tüm bunlar bireysel tercihler meselesi değil, yapısal bir ikiyüzlülüğün sistematik üretimi. Bu sistemde faiz ödemeyen bile, başkasının ödediği faizi enflasyonla karşılıyor. Kredi çekmeyen borçlanmıyor belki ama borçlananı sübvanse ediyor, bakar mısınız fedakarlığa. Yani günah, kişisel bir sapma değil, kolektif bir düzenlemenin doğal sonucu oluyor. Fakat garip olan şu ki, bu kolektif günah bireylere zimmetleniyor, argo tabirle “kitleniyor”. Sistem, suçunu üst sınıfın konforuna saklarken, günahın faturasını alt sınıfın vicdanına kesiyor. Konuşan hep halkın dini, susan hep muktedirin rahatı.
Ve bu çarpıklık bize mahsus değil. İslami finans adıyla pazarlanan sistemlerin büyük bölümü, Batılı finans kurumlarının doğrudan kopyasıdır. İşleyiş aynı, mantık aynı, hedef aynı, aradaki fark, fıkıh terminolojisinde. Faiz başka isimlerle yeniden markalanıyor: “kâr payı”, “finansman bedeli”, “taksitli satış.” Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kıldığında (Bakara 275), meseleyi isim meselesi değil, öz meselesi olarak koymuştu. Bugün o özün üstü dil oyunlarıyla örtülüyor. Bakın faizle savaşan bir dindarlık yok, faizle aynı salonda oturmaktan rahatsız olmayan bir inanç konforu var. Çünkü amaç, haramı dışlamak değil, haramla yaşanabilecek en az suçluluk hissi veren dili bulmak.
İnanç artık bir yön değil, sistemle arandaki mesafenin adı. Faizden gerçekten kaçmaya çalışanlar, yalnızca bir ekonomik tercihte bulunmuyor, aynı zamanda sistem dışına itilmenin bedelini ödüyor. Çünkü bugün “helal yaşamak” isteyen ya enflasyonla eziliyor ya da barınma hakkından, mülkiyet ihtiyacından, temel gelir güvencesinden feragat etmek zorunda kalıyor. Haramla arasına mesafe koyan, piyasayla arasına duvar örüyor; o duvarın ardıysa çoğu zaman yoksulluk, dışlanmışlık ve görünmezlik. “Faiz demiyoruz” diyenler, devlete yakın pozisyonlarla koruma kalkanı altında, gerçekten faizle savaşanlar ise sistem dışı bırakılmış hâlde. Dini kurumlar da bu gerçeği sorgulamak yerine, inancı sürdürülebilir hale getirmenin yollarını arıyor: Sistemin ritmine uymuyorsan günahkâr değil, uyumsuz sayılıyorsun. Faize direnmenin bedeli büyük, fetvaya uymanın ödülü piyasa uyumu.
Bu düzen, ahlaki çürümenin yalnızca başlangıcı. Tüm bu sistemler yalnızca bir ekonomik araç değil, bir zihniyetin röntgeni. Öyle bir röntgen ki onun izinden gidince sadakat, liyakatin yerini alıyor. Emanet, akrabalıkla eş anlamlı hale geliyor. Adalet, sadece miting kürsülerinin retoriği oluyor. Gösteriş tevazunun üstüne çıkıyor. Oruç anlatılıyor, ama iftar sofraları israfla kuruluyor. Namus konuşuluyor, ama kayırmacılıkla örtülüyor. Gençlere ahlak telkin ediliyor, ama rol model olarak hep ayrıcalıklı figürler tepelerine konuşlandırılıyor.
Ve gençler farkında. Dindarlığı inançla değil, imtiyazla özdeşleştiriyorlar artık. Çünkü “faizden kaçın” diyenin üç maaşı var, “haramdan uzak durun” diyenin beş bağlantısı. Bu yüzden inanç, ahlaki değil, aidiyetsel bir gösterge onların gözünde. Bağlantın varsa makbulsün, soru soruyorsan muhtemelen dış mihraksın.
Bugün inanç, toplumu ahlaken mayalayan bir hakikat değil, toplumsal meşruiyetin pasaportu olarak kullanılıyor. Dindarlık, yukarıda strateji, aşağıda teslimiyet. Sistem içindeki pozisyonun, inandığın Allah’tan daha çok belirliyor kimliğini. Bak yine sözlerime itiraz eden bulamıyorsunuz.
Ama asıl şimdi en yakıcı soruya geliyoruz: Bu sessizlik nedir? Neyi saklar, neyi örter. Sessizlik burada tarafsızlık değil, çıkarla yapılan bir ortaklıktır. Sessizlik, yalnızca harama değil, zulme de alan açar. Ve sistem, artık sadece faizle değil, hukuksuzlukla da besleniyor. Rakibini tek kelime edemeyecek hale getirene kadar susturmak, muhalefeti itibarsızlaştırmak, hakkı olanı haksız göstermeye yemin etmiş bir düzen inşa etmek… hangi imana sığar bu? Hangi dindarlık, adaletin kurban edildiği bir ülkede meşruiyet arar?
Bu yazı kimsenin imanını yargılamaz. Ama o imanın kurulduğu zemini sorgular. O zemin ekonomik, siyasi, hukuki ve ahlaki bir çerçevedir. Ve bu çerçeve çürüdükçe, sadece inanç değil, insan da çözülür. Hiçbirimiz günahsız değiliz, evet. Ama herkesin susması da ne Allah’a ne vicdana sığar.
