Fedakârlık diliyle kutsanan iktidar
Geçen gün bir bakana, ailesine vakit ayırıp ayıramadığı soruldu. Verilen cevap, kişisel bir tercihten çok yerleşik bir siyaset dilini ele veriyordu. Bazı insanların sahilde çocuklarıyla el ele yürüyebilmesi için bazılarının böyle bir yaşamı gözden çıkarması gerektiği söylendi. Ardından aileye ödenemeyecek bir haktan söz edildi. Bu cümle, ilk bakışta fedakârlık içeren bir beyan gibi durabilir. Biraz durup dinleyince ise iktidarın kendisini nasıl bir retorikle sunduğuna dair tanıdık bir çerçeve ortaya çıkıyor.
İktidar, kendisini en rahat fedakârlık diliyle anlatıyor. Çünkü fedakârlık, sorgulamayı geciktiren, itirazı ahlaki bir rahatsızlık gibi hissettiren güçlü bir kelime.
Tarih boyunca iktidarlar, yetkilerini yaptıkları üzerinden kurmak yerine üstlendikleri yükleri öne çıkardı.
Alınan kararların nihayeti önemli değildi, ödenmiş bedelleri bilmemiz yeterliydi. Tahtlar, makamlar, kürsüler, hizmet üretmesi beklenen alanlar olmaktan çıkarılarak, bedeli önceden ödenmiş kutsal mekânlar gibi sunuldu. Bu anlatı yerleştikçe siyaset, hesapla temasını kaybetti. Fedakârlık, iktidarı denetimden ayıran koruyucu bir katmana dönüştü.
Bu dil yeni sayılmaz. Roma’da imparatorlar, tanrılarla kurdukları soy bağları üzerinden konuşur, iktidarlarını insanüstü bir sürekliliğin parçası gibi sunardı. Augustus’un heykelleri hükümdar heykeli olmaktan çok, kozmik düzenin temsilcisi olarak lanse edilirdi. Orta Çağ’da krallar, ilahi iradenin yeryüzündeki taşıyıcısı kabul edildi. Taç giyme törenleri siyasal bir başlangıçtan çok kutsal bir merasim havası taşırdı. Yetki, dünyevi bir sözleşmenin sonucuyken, gökten indiği varsayılan bir buyruğun uzantısı gibi anlatıldı.
Ulus-devletin sahneye çıktığı dönemde Tanrı geri çekildi. Bu kez sahneye “tarih”, “beka”, “ecdat” ve “milletin kaderi” gibi soyut fakat dokunulmaz kavramlar çıktı. İktidar, bu kavramları seküler bir kutsallık alanına dönüştürdü. Siyaset geçici ve sınırlı bir görev olmaktan uzaklaştırılarak vazgeçilmez bir yük, taşınması zor fakat sorgulanması ayıp bir sorumlulukmuş gibi sunuldu.
Fedakârlık, siyasal dilde bir “değerden” çok bir “işlev” üstlendiğinde asıl mesele başlar. Bu anlatı devreye girdiğinde tartışma alanı daralır ve sonuçlar geri plana itilir. Yapılanlar, etkileri üzerinden okunmaz, niyetler ve yükler üzerinden değerlendirilir. Hatalar “zor zamanlar” başlığı altında genelleştirilir. Somut sorumluluklar belirsiz bir tarihsel atmosferin içine dağıtılır. İhlaller, taşınan yükün ağırlığı gerekçe gösterilerek ertelenir. Geçici denilen bu erteleme zamanla kalıcı bir alışkanlığa dönüşür.
Tarih burada nettir. İktidar hiçbir dönemde zorla alınmadı, her yetki talep edildi. Her makam istendi, her koltuk bilinçli tercihlerle dolduruldu. Bedel anlatısı çoğu zaman iktidarın kendisini temize çektiği bir alandır. Bu yüzden tercihlerin “bedelini” kutsallık diliyle başkalarına ödetmek, siyasal bir meseleden çok ahlaki bir sorundur. Toplumun bunun farkına varması elzemdir. “Biz çektik” cümlesi, çoğu kez “siz katlanacaksınız” anlamını taşır.
Klasik siyaset düşüncesi, iktidarı emanet fikri üzerinden okur. Emanet, sınırla birlikte düşünülür, süreklilik içermez, geçiciliği kabul eder. Denetimle anlam kazanır, geri alınabilir oluşuyla meşruiyet üretir. Yetkinin kaynağı fedakârlık hikâyeleri sayılmaz. Asıl ölçü, adalet üretebilme kapasitesidir.
Adalet üretilemediğinde anlatılan her fedakârlık havada kalır ki kalıyor da. Bir insanın hapiste çocuklarını göremeden geçirdiği yıllar, “çocuklarınızla gezin diye çalışıyoruz” retoriğine çevrilmişse bu retoriğin gerçeğini anlatmak da bizlere düşer. En parlak cümlelerle süslenen bu iddialı sözler bizim gerçekleri yüze vurduğumuz tokadın yankısını güçlendirmelidir.
Bugün cezaevleri dolup taşıyorsa, masumiyet karinesi aşınmışsa, insanlar her gün “geçinemiyoruz” diye şahsıma mektup yazıyorsa, tartışmanın yönü bellidir. Bu tablo, yönetenlerin kişisel fedakârlıkları üzerinden açıklanamaz.
Mesele, kamusal gücün hangi değerleri ayakta tutabildiğidir. Bir insanın suç isnadıyla birlikte korunup korunmadığı, emeğinin karşılığını alıp alamadığı, yarının bugünden daha belirsiz hâle gelip gelmediği - bunlar büyük nutuklarla ölçülmez. Sessiz göstergelerdir. Devletin ahlakı, tam da bu sessiz alanlarda açığa çıkar.
Eni konu tarih, kendisini vazgeçilmez sanan iktidarların yanılgılarıyla doludur. Bakın hiçbiri kalıcı olmadı. Geriye kalan, adalet duygusunun uğradığı tahribat ya da nadiren başarılan onarım oldu. Devletler, fedakârlık hikâyeleriyle ayakta kalmaz, vicdanla, hukukla ve ölçüyle durur. Güç, kendisini kutsal bir konuma yerleştirdiği anda aşınmaya başlar. Kutsallık talebi, hesap verme iradesinin geri çekildiği yeri işaret eder.
Daha önce de dediğim gibi, siyaset, metafizik bir kefaret sahası olarak okunamaz. Kamusal bir görev alanıdır ve sonuçları bu dünyada tartılır. Toplumlar da yönetenlerin ne kadar şeyden vazgeçtiğini hesaplayarak hüküm kurmaz. Nasıl yaşadıklarına bakar. Adaletle karşılaşıp karşılaşmadıklarına bakar.
Yarının bugünden daha güvenilir görünüp görünmediğine bakar.
Hüküm, tam olarak burada kurulur.
