Gitmeseydi iyiydi, ama gitti…
Başlık eşimin babaannesine ait bir teselli sözü. Annemin vefatının ardından durumu bir türlü kabullenemeyişime ithafen söylemişti. Bana bugün bu yazıyı işte bu söz yazdırdı. Bu yüzleşmeyle yazıyorum.
Yas, insanın varoluşla kurduğu en eski diyaloğun adı… Çoğu zaman ölümün ardından konuşuruz ancak yas, ruhunu yokluğun bütün görünümlerinden alır. Bir dostluğun sessizce kapanan kapısından, belleğin tozlu raflarına itilmiş bir yüzün hatırlanışından, bir şehrin artık eskisi gibi kokmayan sokaklarından, en sevdiğimizin dünyada olmadığını bildiğimiz o ilk geceden… Her kayıp, varlığımızın, ruhumuzun yüzeyinde ince bir çatlak açar. O çatlak yalnızca sızının değil, anlamın da kaynağıdır. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir.
Anlamın diliyle yas, insanın kendi sonluluğunu sezdiği yerdir belki de. Edebiyatın diliyle, hatırlamanın inceliği tam onun ruhunda ortaya çıkar. Bilge Karasu’nun metinlerinde beliren o “ağırbaşlı sessizlik”, Tanpınar’ın zamanın iç kıvrımlarını arayan satırları, hatta çağdaş bir anlatının, mesel “After Life” dizisinin mizahla yoğurduğu hüzün yasın birden çok biçemi olduğunun da ispatı gibidir. Kayıp artık hayata kapanan bir kapı değildir; bazen düşüncenin en berrak eşiğidir. İnsan o eşiği fark ettiğinde yaşamın kalan kısmına daha dikkatle bakmayı öğrenir. En azından bir süre.
Felsefenin yas üzerine düşünüşü, acının kendisinden çok, gidenin bıraktığı boşlukla başa çıkma sürecinde ortaya çıkar. Heidegger bana göre en manidar tanımı yapanlardan biridir. İnsanın “ölüme doğru varlık” olduğunu söylerken sadece ölmek üzere olduğumuzu hatırlatmaz. Yanına iliştirdiği anlam, kayıplarımızın bizi sürekli kendi sonluluğumuzla yüzleştirdiğidir aynı zamanda.
Yas, bu anlamıyla, ne kadar kırılgan hatta zaman zaman paramparça varlıklar olduğumuzun da beyanıdır. Fakat bu kırılganlık, uçsuz bucaksız bir karanlıktan çok, anlamın ve anlamlandırmanın doğduğu bir zemindir. Roland Barthes’ın annesinin ölümünden sonra kaleme aldığı Camera Lucida’da söylediği gibi, kaybın içinde bir “punctum” belirir. Punctum, bizde kişisel bir çağrışım yaratır. Bunu, annemin vefatından sonra baktığım sayısız fotoğraf arasında, en çok acıyı elindeki siğili fark ettiğim karede hissettiğimde anladım. O siğile hep üzülürdüm, bir türlü iyileşmezdi, annemin canını yakardı. Fotoğrafa bakanın ruhuna dokunan, hatıraları uyandıran işte bu türden bir kıymıktır. Fotoğrafa bakarken içimize saplanan acı, gidenin bir daha göremeyeceğimiz bakışı değil, belleğimizde “onu asla unutamayacak olmanın” ışığıdır.
Hatırlamak değil, unutmamanın haritasını çıkaran Proust’u da bu yazıda anmadan geçemem. Kayıp Zamanın İzinde’de Swann’ın Odette’e duyduğu aşk, zamanla keskin bir acı olmaktan çıkar, gölgeli bir hüzne dönüşür. Bu değişim, kaybın bir duygudan çok bilinç hâline evrildiğini gösterir. Proust için yas, yalnızca yitirileni anımsamak değildir. Belleğin karanlık odalarında saklanan bir ayrıntıyı yakaladığında, kaybın hâlâ yaşayan yüzüne dokunursun. Barthes’in Punctumuna benzeyen bir yöndür bu da. Tatların, kokuların ve mekânların bellekte açtığı ince yarıklar, insanı kaybolmuş olana doğru usulca taşır. Swann bizlere kaybın ağırlığını taşırken dahi hatırlamanın inceliğiyle yaşamayı öğretir.
Yası en çok hissettiğim eserlerden biri de Nick Cave’in oğlunun vefatından sonra çıkardığı Ghosteen albümü. Hele albümdeki “Waiting for You” şarkısı, yasın dilini sessizlikle kurar. Şarkının sözleri kaybın geri getirilemeyeceğini bilir ama ona doğru eğilmenin mümkün olduğunu da gösterir. “Acıdan kaçma, onunla birlikte otur” der gibi bir tonu vardır. Piyano ve fısıltıya dönüşen vokal, ağıtın dramatik kalıplarına saplanmadan kaybın yanına usulca bir sandalye çeker. Dinlerken yasın yalnızca eksiltmek değil, yaşamı daha dikkatle görmeye davet etmek olduğunu hissedersin. Bu bekleyiş, kaybı inkâr eden bir sabır değil, yokluğun etrafında incelikle kurulmuş bir masa gibidir. Ve o masadan ayrılır tek tek dostlar; bilirsiniz.
Bu yüzden ayrılığın ardından hissedilen sızı, eksikliğin acısından ziyade zamanda varlığın gizemine açılan bir penceredir. Sevdiğinin dönmeyeceğini bilmek, insanı kendi sözlerinin sorumluluğuna çağırır. Bir şehrin silinmiş dokusu, yaşadığın her anın geri getirilemezliğini öğretir. Yas, zamanı doğrusal bir çizgi olmaktan çıkarır. Anıları, imgeleri, sözleri bir araya toplayarak bambaşka bir zaman kurar. Walter Benjamin’in “geçmişin parıltılarını kurtarma” çağrısı, belki de yasın en derin çağrısıdır hatta imdat çığlığıdır.
Bu yokluğun sızısı bir ülkenin yıkılmış evlerinde, köklerinden koparılmış insanlarda, suskun kalmış sokaklarda dolaşır. Filistin’de, enkazın arasında kalmış bir oyuncak ya da göç yollarında cebinden atmadığın o evinin anahtarı kaybın başka bir umudunu gösterir. Orada yas bitmeyen bir ağıt değil, varoluşu koruma iradesiyle iç içe geçmiş bir hâl alır. Kayıplar toprağın ve insanların üzerinde görünmez bir iz bırakır. Bu iz, sadece acının gölgesi değildir. Aynı zamanda geleceğe dair bir adalet arayışını besleyen sessiz bir hatırlatmadır. Böylece yas, geçmişin ağırlığını taşırken bile, onarmanın ve yeniden kurmanın çağrısını içinde saklar.
İnsan, kaybın ardından adım adım ilerlerken onsuz da var olabilmenin imkânını keşfeder. Fakat bu, tamamlanmış bir varoluş değildir. Eksiklik, yeni hayatın dokusuna siner ve insan zamanla, o eksiklikle birlikte tamamlanmayı öğrenir. Yas, bu sürecin sessiz öğretmeni olarak, kaybın gölgesinde bile yaşamın yeni biçimlerine yer açmanın mümkün olduğunu hatırlatır. Kırılganlıkla birlikte yürünebilecek bir yol olduğunu, o yolda atılan her adımın anlamı yeniden kurduğunu gösterir.
Yaşamak mı, yaşamaktır işte… En çok da kalanların hatırına.
“Yazmak, kaybı akla getirmektir; akla getirmekse bir tür direniştir.”
Joan Didion
