Hakikatin sahte suretleri, çürümüşlüğün ideal hâli
E-imza yoluyla diploma üreten bir çetenin çökertildiği haberini ilk okuduğumda aklıma gelen ilk şey, bir dolandırıcılık vakasından ziyade, çürümenin artık ideal forma bürünmüş hâli olduğuydu. Çünkü burada mesele, birkaç kişinin sahte belge düzenlemesi değil bu belgelerle devlet aygıtının, bir liyakat sisteminin, bir eğitim yapısının ve en önemlisi toplumsal adalet duygusunun hiçbir sarsıntı yaşanmadan istismar edilebilmesiydi.
Sahtecilik eyleminden çok daha büyük olan şey, bu eylemin artık olağan sayılmasıdır.
Türkiye, uzun süredir skandallar zincirinden geçmiyor. Aksine, hiçbir şeyin skandal olarak algılanmadığı, hiçbir sorumluluğun utanca yol açmadığı, hiçbir çürümüşlüğün istifa gerektirmediği bir “skandalsızlık rejimi” içinde sürükleniyor. Burası artık arlanmanın unutulduğu, uyumun belirleyici olduğu bir ülke. Bu suskunluk, sadece yukarıdan aşağıya empoze edilen bir tahakküm gibi gözükse de aynı zamanda aşağıdan yukarıya, yani toplumun geniş kesimlerinden yükselen bir rıza üretimiyle işliyor.
Çeteleşmiş bir yapının devlete sızması, bu sahte belgelerin “meşru belge” olarak kabul edilmesi meselenin ne denli ciddi olduğunun delili. Sınavı geçemeyen biri sınavı kazanmış gibi gösteriliyorsa, psikoloji okumamış birisi seansı fahiş ücretlerle psikologluk yapabiliyorsa -ki örnekler sayılmayacak kadar çok- bu duruma sadece bireysel yolsuzluk diyemeyiz ancak ulusal bir “sahtecilik” mimarisi diyebiliriz.
Bu yapı artık suç üretmiyor, yapı kendi normalini, kendi meşruiyetini üretiyor.
Bugün Türkiye’de “diploma” sözcüğü, bir öğrenim sürecini değil, belirli kanallar aracılığıyla temin edilen bir ayrıcalığı çağrıştırıyor. “Akademisyenlik”, bilginin izini süren bir meşguliyet değil, atanmış bir sıfatın resmiyet kazanmış hâli gibi duruyor. “Eğitim” ise düşünsel bir derinliğe değil, sahneye konmuş bir gösteriye benziyor. Öğrenciler, hakikatin peşinde yürümekten çok, biçimsel uygunlukla sınanıyor. Kavramlar anlam üretmiyor, yalnızca aidiyet bildiriyor. Sözcükler, içerik taşıyan araçlar olmaktan çıkmış. Etiketin yüklediği anlam, emeğin doğurduğu hakikatin yerini almış.
Orwell’in “Newspeak” kavramıyla tarif ettiği dil mühendisliği burada da işliyor. Anlam daraltılıyor, ifade kabiliyeti törpüleniyor. Foucault’nun bilgi ve iktidar arasındaki ilişkide altını çizdiği o görünmez hat, bu düzende açıkça görünür hâlde. Artık bilgi değil, bilginin kim tarafından söylendiği önemseniyor. Huxley’in sezdiği tehlike daha sessiz ama daha sinsi biçimde içselleştirilmiş. Sansür, yasaklayarak değil, önemsizleştirerek iş görüyor. Konuşulan her şey, daha az şey anlatmak için söyleniyor. Bu yüzden yalnızca kurumlar gibi kelimeler de yabancılaşmış. Anlam yer değiştirmiş. Biçim yerleşmiş. Gerçek sessizliğe gömülmüş.
Bu sahteleşmenin en acı yanı ise, artık hiç kimsenin buna şaşırmaması. Suçun tanımı değişmiş durumda: Sahtecilik yerine, saflık artık ayıp sayılıyor. Hileyi açık eden değil, sessizce faydalanan makbul. Ahlaki tutum meziyet olmaktan çıkmış, sistemle uyumlu kalmayı zorlaştıran bir yük olarak görülüyor. Gerçek çaba, gerçek bilgi, gerçek hak ediş… Bunlar bu ülkede giderek marjinalleşen kavramlar. Sahici olan, dışlanıyor. Uyum sağlayan, ödüllendiriliyor. Ve bu denklem artık sadece adaleti ortadan kaldırmıyor, yanına anlamı da ataçlıyor.
Sistemin kendi kusurlarını tekrar üretme biçimine artık hata diyemeyiz, “yöntem” dememiz daha mantıklı. BTK gibi kurumların dijital imza altyapılarından sızarak oluşturulan sahte belgeler, yalnızca bir güvenlik zafiyeti midir? Bu aynı zamanda iktidarın “kamusal hakikati korumak” gibi bir sorumluluğu kaldıramayacak kadar içerden çürüdüğünün işaretidir. Prosedürle hakikat birbirinden ayrılmış, şekil içerikten kopmuştur. Bugün Türkiye’de “resmî” olan, “gerçek” olandan tamamen farklı bir şeydir.
Sahte atamalar, terfiler, bütçeler, ihaleler dönüyor. Sistemin çekirdeği bu sahte üretimlere göre yeniden yapılanıyor ve hiçbir yüz kızarmıyor. Hiçbir unvan geri alınmıyor. Çünkü bizde kurumlar çürümüyor bizzat çürüme, kurumların ta kendisi oluyor. Burada sorun sadece sahte diploma değil. Gerçek bir hayatın, hak edilmiş bir kimliğin ve adil bir düzenin artık imkânsız oluşudur ve burası çok can acıtıcı bir yerdir.
Bu ülkenin eğitim sistemi eşitsizlik üreten bir çark olmanın yanında, sahte olana alan açan, hak edeni dışlayan, makbul olanı uygun olana seçen bir filtreye dönüştü. Bugün genç bir insan, dürüstlüğünü koruyarak yükseleceğine inanmıyorsa, bunun sorumlusu sistemin kendisidir. Dürüstlük, artık kişisel bir ahlak tercihi olmaktan ziyade sistem tarafından cezalandırılan bir aykırılıktır.
Peki buradan nasıl çıkılır?
Bu düzen, kendini onaramaz. Kendini sorgulama kapasitesini yitirmiş aktörlerin herhangi bir çözüm üretmesi beklenemez. Bu nedenle çözüm, bu yapının dışına itilmiş ama vicdanını korumuş kuşaklardan gelmek zorundadır. Hesap verebilirlik, kamu gücünü kullanan herkesin geçmişiyle, kaynaklarıyla ve kararlarıyla yüzleşmesini zorunlu kılacak yeni bir kültürel altyapıyla mümkün olabilir.
Eğitimi yeniden tanımlamak, artık ertelenemez bir zorunluluktur. Öğrencinin yalnızca sınav başarısı üzerinden değerlendirilmediği, düşünsel bütünlüğü, ahlaki farkındalığı ve toplumsal sorumluluğu üzerinden değerlendirileceği bir paradigma inşa edilmelidir. Bu eğitim, mevcut müfredatçılarla asla yürümez. Hayata sahici bir anlam yükleyebilen yeni düşünce kuşaklarıyla yeniden kurulabilir.
Ve son olarak, siyasetin kendisi artık bir ahlaki reforma ihtiyaç duyuyor. Esas mesele, gücün kaynağını hakikatten alan bir siyasal kültürün inşa edilmesidir. Bu kültür, bugünkü aktörlerin çıkar alanlarını her geçen gün genişleterek ilerlediklerine şahit olmakla olmaz. Hakikatin yanına her şeye rağmen çekilerek var olabilir. Bunu başarmak zorundayız.
Bu ülke, sahte belgelerle de sahte bir düzene inandırılmış insanlarla da çöküyor.
Ve bu çöküşün en tehlikeli tarafı, artık kimseyi rahatsız etmiyor oluşudur.
