Mazlumken anlayanlar, muktedirken unuttu mu?
Asgari ücretin alım gücünün her ay biraz daha eridiği bir evde büyüdüler. Her şeyin fiyatı arttıkça, kendi değerlerinin azaldığını hissettiler. Raflardaki etiket değişimiyle, okul kantinindeki yiyeceklerin fiyatı arasındaki farkı ölçerken, aslında bu ülkede yalnızca enflasyon değil, emeklerinin, umutlarının, hayallerinin de sürekli değer kaybettiğini gördüler. Çalışmanın, okumanın, kurallara uymanın yeterli olmayacağını, bir yerlere gelebilmek için birilerinden olmak gerektiğini yaşayarak öğrendiler.
Ailelerinin “çalışırsan kazanırsın” dediği yıllarda, kazananların çoğunun nasıl çalıştığını değil, kime yakın olduğunu konuşmaya başladılar. Birilerinin, hiç sınava girmeden mülakattan geçtiği, birilerinin, yıllardır hayalini kurdukları kadroya bir akraba kontenjanından yerleştiği düzeni izlediler. Mülakatlarda sorulan sorulardan çok, referans arayan bakışları ezberlediler. Henüz mezun olmadan torpilin adımlarını saymayı öğrendiler. Öğrendikleri şeyler, okulda anlatılanlarla değil, sokakta, sosyal medyada, iş ilanlarında gizlenen satır aralarında yazıyordu. Gündüz ders çalıştılar, akşam evde “kim kimin adamı” sohbetlerini dinlediler. Geceleri iş ararken “biz sizi ararız” mailiyle, sabahları atanamayan arkadaşlarının sessizliğinde büyüdüler. Ve artık biliyorlar: Bu ülkede başarılı olmak için yalnızca iyi olmak yetmez, ait de olman gerekir. Ait olmadıkları için dışlandıklarını, görülmediklerini, hatta bazen suçlandıklarını hissettiler. Bu nesil, ekonomik krizin yalnızca bir grafik değil, hayatın her hücresine sızan bir gerçeklik olduğunu bilerek büyüdü. Kira fiyatlarını takip etmek zorunda kaldıkları yaşta, hayal kurmak zaten lükstü. Ne büsbütün umutsuzlar ne de bir beklenti içindeler. Beklentinin yerini, keskin bir gerçeklik aldı: Eğer muktedir çevresine ait değilsen, bu düzende sıran yok. Sıranı bekleme lüksün bile yok.
Yakın zamanda Ekrem İmamoğlu hakkında verilen siyasi yasak kararı, zaten uzun süredir bastırılmış bir öfkeyle yaşayan gençler için işte bu yüzden bir kırılma noktası oldu. O mahkeme kararı, yalnızca bir siyasetçiye yönelmiş bir hüküm değil, bu ülkede adaletin nasıl işlediğine dair kolektif bir hayal kırıklığının yeniden yüzeye çıkmasıydı. Çünkü mesele İmamoğlu’nun şahsı değil, mesele, bir kuşağın giderek çoğalan ve cevapsız kalan sorularıyla ilgilidir: “Hakkıyla bir yerlere gelmek mümkün mü?”, “Hakkını arayan cezalandırılır mı?”, “Bu ülkede hangi fikir korunuyor, hangisi bastırılıyor?”, “Neden vize alamıyoruz?”, “Neden paramız hiçbir şeye yetmiyor?”, “Bu hayat neden bu kadar pahalı, bu düzen neden hep başkaları için kolay?”, “Neden hep bize sabır, onlara istisna?” ve en çok da: “Gerçekten eşit miyiz?”
Bu karar, yalnızca bir siyasetçiyi değil, bu soruları yıllardır içinden geçiren genç bir kuşağın öfkesini harekete geçirdi. Çünkü onlar artık yalnızca hayal kırıklığı yaşamıyor, kendilerine sistematik biçimde yer açılmadığını, hatta bilerek dışarda tutulduklarını biliyorlar. Sustuklarında yok sayılıyorlar, konuştuklarında ise kriminalize ediliyorlar. Ve devletin hafızasında bir kez “tehlikeli” olarak kodlanan bu gençler, artık yalnızca birer birey değil, “kriminal hafıza”nın birer maddesi hâline geliyor. O yüzden bu tepki, yalnızca bir mahkeme kararına değil, yıllardır birikmiş bir adaletsizliğe verilen toplu bir yanıttır. Ve işte bu yüzden sokaktalar: çünkü yalnızca bir siyasetçiye, belediye başkanına, Cumhurbaşkanlığı adayına verilen cezayı değil, kendilerine yıllardır verilmeyen hakları aramak istiyorlar. Onlara ayrılan tek yer “gençler bizim geleceğimiz” cümlesinin ardından patlatacakları alkıştı, oysa şimdi geleceğe dair söz hakkı istiyorlar. Kimse adına değil, kendi isimleriyle, kendi sesleriyle…
Onlar bizdik de şimdi çocuklar kimlerin?
“Onlar bizdik de bu çocuklar kimlerin?” diye sormak, sadece duygusal bir yakınma değil, aynı zamanda tarihsel bir yüzleşme çağrısıdır. 28 Şubat’ın post modern karanlığında başörtüsüne uzanan elleri hatırlarken, yalnızca inancımız değil, gençliğimiz de bastırılıyordu. O zaman da üniversite kapılarında fişleniyor, yurtlardan atılıyor, ailemizle devlet arasında sıkışıp kalıyorduk. Bizler de devletin “evlatlar envanterine” değil, tehdit kataloglarına yazılıyorduk.
O zulüm, bugünkü muktedirlerin de şahsi hafızasında derin yaralar bıraktı. Peki şimdi ne değişti? O gün “bizim başörtülü kızımız” için üzülen devlet, bugün adalet talep eden başı açık gençleri neden duymuyor? O zaman üniversite kapısında durdurulmak neyse, bugün yürüyen bir genç için polis müdahalesi görmek de o kadar ağır değil mi? Hangi öfke, hangi inanç, hangi duruş devletin şefkatini hak eder de hangisi dışlanır? Aynı karanlıklardan geçtik. Şimdi bir kuşak daha kapının dışında bırakılıyor ve biz, o kapının önünden geçerken hiçbir şey demiyoruz.
Bugün sokakta yürüyenlerin kim olduğundan çok, ne söylediğiyle ilgilenmek zorundasınız. Hangi siyasi görüşten, hangi sosyal çevreden geldikleri değil, hangi soruları sordukları, hangi acılarda buluştuklarıdır önemli olan. Çünkü bu öfke yalnızca bir partiye, bir isme, bir figüre yönelmiş değildir. Bu öfke, artık ne söylese “yasadışı” sayılan, ne yapsa “tehlikeli” bulunan, ne düşünse “gereksiz” görülen bir kuşağın kolektif haykırışıdır. Onları duymak, onaylamak değildir. Ama duymamak, inkâr etmektir.
Ve bir ülkenin en büyük kırılmaları, genellikle önce duymazlıktan gelinen seslerden başlar.
Türkiye’de 1945 Tan Matbaası baskınından 2013 Gezi’ye kadar, her dönemin gençliği aynı soru işaretleriyle büyüdü. Kimisi sağcı, kimisi solcu, kimisi inançlı, kimisi sekülerdi ama ortak yönleri, her dönemde sistem tarafından potansiyel tehdit olarak görülmüş olmalarıydı. Sadece Türkiye değil, dünya da kendi gençlerinden ürküyor. Amerika’da, Filistin’e destek veren bir üniversite öğrencisi, Rumeysa da gözaltına alındı. Şiddete başvurmadan, barışçıl yollarla sesini duyurmaya çalışan bir gencin üzerine indirilen devlet refleksi, gösteriyor ki mesele sınırlar değil.
Mesele vicdanın kendisi.
Devlet, kendi evlatlarını ayırarak değil, dinleyerek büyür. Bugün susturulan bu gençlik, yarın sadece muhalif değil, aynı zamanda yabancılaşmış bir nesil olarak karşımıza çıkabilir. Ve bu ülke, kendi çocuklarının gözünde bir baba figürü olmaktan çıkarsa, hiçbir yasa, hiçbir güvenlik önlemi, o kırılan bağı onaramaz. Devletin büyüklüğü, yalnızca gücünden değil, adaletini herkese gösterebilmesindendir. Adalet, sadece kendi gibi düşüneni korumakla değil, anlamadığına da merhamet göstermekle tamam olur.
Bir kuşağı duymak, onu kaybetmeyi göze almaktan daha kolaydır aslında.
