Mülk, aile ve çöküş: Devlet bir haneye sığar mı?
Bir ülkenin kaderini anlamak için çoğu zaman tarihin büyük kırılmalarına bakmak yetmez. Bazen daha sessiz şeyler daha derin izler bırakır. Devletin gözeneklerine sinen alışkanlıklar, toplumla iktidar arasındaki görünmez akıntılar… Baas’ın hikâyesi tam da böyle bir ara bölgeden yükseldi. Yüzyıl ortasının parçalanmış Arap coğrafyasında bir diriliş arzusu taşıyordu ama zaman bu arzuyu başka bir şeye dönüştürdü. Devlet halkın üzerinde dolaşan soyut bir gölgeye benzemeye başladı ve gölgenin serinliğinde yalnızca bir ailenin iktidarı serpildi.
Tarih bize hep aynı şeyi fısıldar. Devlet toplumun geniş damarlarından koptuğu anda zemin daralır. İktidarın bir hanenin iç ritmine bağlanması ve kamusal alanın sadakat ilişkileriyle örülmesi, çürümenin sesini bile çıkarmadan ilerlemesine yol açar. Bu çürüme çoğu zaman bir patlama değil, bir sızıntıdır. Bir cümledeki yersizlik, bürokrasideki ürkek bakış, insanların kendi sesini kısmaya duyduğu gizli mecburiyet… Suriye bu sızıntının ülke kaderini nasıl belirleyebileceğinin en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
Toplumsal hayatın üzerine çöken gözetim hali yalnız Suriye’ye özgü değildi. Modern siyaset kontrol mekanizmalarını zamanla kültüre dönüştürme eğilimindedir. Korku bu kültürün görünmez harcıdır. Bir süre sonra farklılık güzellik olmaktan çıkar ve bir ihtimal hesabına dönüşür. Yaftalar ağırlaşır. Tartışma yerini yorumların karanlık alt anlamlarına bırakır. Bir ülke kendi vatandaşının sesine yabancılaştığı gün sessizlik artık korunmak için değil, saklanmak için kullanılır. Suriye tam böyle bir suskunluğun ortasında kaldı.
Bu suskunluğun üzerine yerleşen figür Beşşar Esed oldu. Onu anlamak için yalnızca siyasal kararlara değil, bu kararların ardındaki zihin haritasına bakmak gerekir. Babasından devraldığı güvenlik mimarisini dönüştürme imkânı vardı. Bu imkânı hiç aramadı. İktidarın sürekliliğini halkın iradesinde değil, devletin sert çekirdeğinde buldu. Mezhepsel kimlik bir savunma duvarı gibi örüldü ve ülkenin çeşitliliği bir arada yaşamanın bereketi olarak değil, kontrol edilmesi gereken bir risk alanı olarak yorumlandı. Böylece rejim halkına yaklaşmak yerine halktan geri çekilen bir iktidar dili üretti.
Bu geri çekilişin en yıkıcı sonucu devletin bir aileye indirgenmesi oldu. Aileleşmiş iktidarlar kendilerini devletin süresiyle değil kendi ömürlerinin uzunluğuyla ölçer. Toplum ortak irade ile yönetilmez artık ve bir çevrenin dengelerini korumak için sessiz bir rehineye dönüşür. Mezhepçiliğin siyasetin damarlarına sızması bu kapanmayı daha da derinleştirdi. Devlet halkın ortak haklarını gözeten bir çatı olmaktan çıkıp belirli bir kimliğin güvenlik bariyerine çevrildi. Her toplum için çürüme tam burada başlar. Adalet önce sessizce zayıflar. Sonra bir gün tamamen yok olur.
Beşşar’ın diktatörlüğü bağırarak kurulmadı. Onun şiddeti sessizdir ve bir yüz ifadesinin sükûnetiyle yürür. Kendini devletin doğal uzantısı olarak görmesi halkının acısını siyasal bir veri gibi okumasına yol açtı. Şehirler yıkılırken Şam’ın ışıkları hiç sönmedi. Halep’in taşları ölümün ağırlığıyla ufalanırken sarayda akşam ritmi bozulmadı. Bu yalnız kibirle açıklanacak bir soğukluk değildir. Devletin ahlaki haritasının tamamen silindiği bir çürüme biçimidir.
Bu çürümenin sesi sessizlikti. Çöllere, dağlara, sokaklara yayılan bir sessizlik. Göç yollarına düşmüş çocukların, kaybolmuş ailelerin, kapanmış evlerin sessizliği… Savaşın orta yerinde rejimin gürültüsüz bir ısrarla ayakta kalmaya çalışması insanlığın kayıtlarına geçecek türden bir trajedidir. Her yıkım iktidarın kendi varlığını haklılaştıran yeni bir gerekçe hâline geldi. Her kayıp rejimin kendisine duyduğu inancı artırdı. Kayıtsızlık büyüdü.
Fakat hiçbir iktidar kendi halkıyla arasına bu kadar büyük bir mesafe koyduğunda ayakta kalamaz. Halkın suskunluğu iktidarın gücü gibi görünür ama o sessizliğin altına saklanan öfke ve tükenmişlik bir gün yüzeye çıkmayı mutlaka başarır. 8 Aralık bu yüzeye çıkışın adıdır. Savaşın ilk yıllarında “Biz Esed’e ne yaptık da bizi öldürüyor” diye soran o çocuğun aynı meydanda yıllar sonra yeniden belirmesi yalnızca bir hatıranın canlanması değildir. Bir rejimin çözülüşünün en berrak ifadesidir.
Bugün Suriye hâlâ yaralı. Fakat enkazın içinden yükselen bir gerçek var. Bir halkın iradesi asla tamamen bastırılamaz. Esed’in yıkılışı yalnız bir rejimin sonu değildir. Aynı zamanda bir topluluğun kendi kaderini yeniden eline alışının başlangıcıdır. Despotluk çöktüğünde geriye her zaman yeniden kurma iradesi kalır. Suriye şimdi tam da bu eşikte duruyor.
Ve bu eşik yalnız Suriye’ye ait değil. Bu coğrafyada yaşayan herkes için bir uyarıdır. Devlet kimsenin ailesi olamaz. Mezhepçiliğin siyasete sızdığı yerde adalet barınamaz. Sessizlik bir yönetim tekniğine dönüştüğünde toplumun nefesi daralır. Bir lider kendini devletle özdeşleştirdiğinde devlet yücelmez ve gövdesi küçülür.
Suriye’nin trajedisi bu nedenle yalnız onların hikâyesi değildir.
Dikkatle bakan herkes o karanlık aynanın yüzeyinde kendi iç gölgelerinin de dolaştığını görür.
