Bilenlere saadetler diliyorum
Bu sıralar bol bol okuyorum. Sabah, kahvaltıdan önce ve kahvaltıdan sonra. Gazeteye geldiğimdeyse yazmadan önce ve yazdıktan sonra.
Bazen iki üç kitabı eşzamanlı…
Sık olmasa da okuyacak kitap sıkıntısı çektiğim vakidir.
Çok daralırsam dünyanın en zengin metinlerinin yazarı Evliya Çelebi’yi okuyorum. Evliya Çelebi’yi okumak, zaman makinasında seyahat etmek gibi bir şey. Ya da bir ansiklopedi, bir kaynak eser…
Fakat bugünlerde kitap durumum iyi.
Beşiktaş’ta bir kitabevinin önünden geçerken vitrinde gördüm.
‘Bıçak Altında’ diye bir kitap. ‘28 Ameliyatta Cerrahi Tarihi.’
Merak ettim. Girdim içeri baktım. Arnold van de Laar adlı Hollandalı bir cerrah yazmış. (Koç Üniversitesi Yayınları.)
‘Bu kitap okunur’ dedim, aldım.
Bir eksiği var kitabın. Batıdaki cerrahi tarihini yazmış. Bizim dünyamızda da cerrahinin bir tarihi var. Hatta Doğu’nun, bilhassa Çin’in. O taraflara bakmamış.
Eksiğine rağmen cerrahinin hangi merhalelerden geçtiğine, ilk mesane ameliyatının, sünnetin, kalp ameliyatının nasıl yapıldığına, hele anestezinin nasıl bulunduğuna dair fikir edinmek isteyenler için güzel bir kitap.
İçinde Vatikan’daki Papaların çektiği istisnai sıkıntılardan tutun da Fransız, İngiliz, Habsburg kraliyet ailelerinin ve ünlü artistlerin ameliyat öykülerine kadar sayısız malzeme var.
Geçenlerde bir başka kitabevinde bir sürprizle karşılaştım.
İngilizcesinden özellikle 1. Dünya Savaşı ile ilgili kısımlarını okuduğum ‘A Line in the Sand’ın (Çölde Bir Çizgi) kapağının hemen hemen aynısı. ‘Bu, o kitap olmalı’ dedim. Evet oydu. ‘Kırmızı Çizgi’ adıyla Türkçeleştirilmiş. (Pegasus.)
Sevindim.
Türkçesini incelerken çevirinin James Barr’ın yazdığı İngilizce metne nazaran sıkıcı olduğunu gördüm.
Zaman zaman söylerim. Biz Türkler içinde bulunduğumuz savaşın tarihini bilmiyoruz.
Resmi tarih bakışı bizim tarihçileri kısıtlıyor.
İkide bir Sykes-Picot diyen, bu iki diplomatın adlarını –çoğu zaman yanlış- telaffuz ettikten sonra bugünkü Orta Doğu’ya dair ahkam kesmekte beis görmeyen ‘kanaat önderleri’ için lüzumlu bir kitap.
İçinde Sykes ve Picot dahil zamanın diplomatlarının, Lawrence’in, George Lloyd’un, Benjamin Disraeli’nin… Şerif Hüseyin’in, Kral Abdullah’ın, Faysal’ın, başka birçok tarihi şahsiyetin rollerine dair hikayeler var.
Geçenlerde değinip geçmiştim. David Eagleman’ın ‘Beyin’ diye bir kitabı. (Domingo.)
Son zamanlarda bu kitap kadar çarpıcı bir şey okumadım.
Hani Kur’an-ı Kerim’de aleme bakmamız, Allah’ın ayetlerini, arzın ve göklerin yaratılışını tefekkür etmemiz buyrulur.
Bu kitabı okurken ‘Hayret Makamı’nı bir daha idrak ettim.
Beyin, şaşılacak bir şey.
‘Ahsen-i Takvim’i bilen bilir. Ben de kendimce bilirim.
Fakat insan beyninin hayatın akışı içinde gözden kaçırdığımız özelliklerini, Yaratma’nın akılları durduran ihtişamını bir kez daha gördüm.
‘İslamın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir’ derler.
Bizim de haddimizi bilmemiz lazım. Bilmediklerimiz, bildiklerimizin yanında ‘sıfır’ kadar…
Kainatın heybetini, harikalarını gözlemeyi, okumayı seviyorum. Aynı büyüklüğü ‘zübde-i alem’de yani ‘alemin özeti’nde, yumruk kadar bir insanda nasıl tahayyül edebiliriz?
Kafatasının içine, karanlığa sıkıştırılmış, uçsuz bucaksız bir alem…
Bu tür kitaplar idrakimize yeni pencereler açabilir.
Okuduğum kitabın maksadı muhtemelen benim okurken aldıklarımı vermek değildi.
Ama bir kitaptan ne anlayacağıma kim ne karışır?
Bu yazdıklarımda alemin sırrına vakıf olduğundan emin olanlar için faydalı hiçbir şey yok.
‘Ben zaten biliyorum’ diyenler için de bir şey yok.
Ben, benim gibi bilmeyenler veya az bilenler, bildiklerinin hiçbir zaman yetmeyeceğinin farkında olanlar için yazıyorum.
Birkaç kitap daha vardı ama köşem bitti.