Döndün dolaştık yeniden ‘End game’ yokluğuna dayandık

Bu hikayeyi kaç ayrı kişiden kaç kez dinlediğimi bilmiyorum, çok kişi anlattı. Hikayenin gerçek olup olmadığını da bilmiyorum, anlatanlar hep ‘Gerçek’ diye anlatıyor.

Ama hikaye güzel; bize kim olduğumuzu, nasıl akıl yürüttüğümüzü ve daha önemlisi nasıl ‘politika’ ürettiğimizi gösteren bir örnek.

Hikaye şu: İddiaya göre bir gün Tayyip Erdoğan kendisiyle görüşmeye gelen bazı Kürt önde gelenlere, görüşmenin bir yerinde biraz da sinirleniyor. ‘Ne istiyorsunuz’ diye soruyor, ‘Ne olursa terör biter?’

O zamanlar gündemdeki en büyük tartışmalardan biri Kürtçe televizyon yayını meselesi. Toplantıdakilerden biri ‘Kürtçe TV olsun, biter’ diyor.

Biliyorsunuz TRT bir Kürtçe kanal açtı. Bu kanal ne kadar seyrediliyor, kim seyrediyor, seyredenler beğeniyor mu hiçbir fikrim yok. Ama Kürt sorunu bitmedi malumunuz. Hikaye odur ki, Tayyip Erdoğan kaç kez ‘Bana şunları yap biter dediler, yaptık hepsini ama bitmedi’ diye serzenişte bulunmuş.

*

Herhangi bir konuda bir müzakere veya pazarlığa başlandığında, taraflar birbirlerine söylemeseler bile o pazarlıkta varacakları son noktayı en azından kendi kafalarında belirlemiş olurlar.

Kurbanlık koç için pazarlık yapıyorsanız siz verebileceğiniz en yüksek parayı, satıcı da düşebileceği en düşük fiyatı bilir. Pazarlık bu iki rakam arasında bir yeri bulmak için yapılır.

Uluslararası müzakereler de böyledir. İşte şu anda Ukrayna ve Rusya, dolaylı yoldan, yani ABD aracılığıyla bir pazarlık yürütüyor. Rusya ne kadar almakla yetinecek, Ukrayna ne kadar verebilir? Son derece karmaşık, milyonlarca insanın hayatını ve onurunu ilgilendiriyor olmasına rağmen sonunda koyun pazarlığından çok farklı değil; prensip aynı.

*

Türkiye ve PKK, son 50 yılda bizim bildiğimiz en az dört kez pazarlık masasına oturdu. Bugün beşinciyi yaşıyoruz. İlki Turgut Özal’ın, ikincisi Necmettin Erbakan’ın girişimiydi. Sonra Oslo oldu. Derken 2013-15 arası doğrudan Öcalan’la yürütülen ‘Çözüm süreci.’

Bu dört pazarlığın dördü de başarısızlıkla sonuçlandı. Taraflar masadan kalktığında her seferinde daha şiddetli bir çatışma ortamının içinde buldular kendilerini.

Bana soracak olursanız başarısızlıkların temel nedeni, ne dışarıdan yapılan provokasyonlar ne de başka şeylerdi. Taraflar, daha önceki dört müzakerenin dördünde de meselenin özüne, en önemli konuya gelemediler bile.

Ne Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve o devleti yöneten siyasiler, ‘siyasi çözüm’de hangi noktaya kadar gideceklerini önceden belirlemiş ve ona göre müzakere ediyordu ne PKK’yı temsilen gelenler ne kadar elde ederlerse kendilerini ‘kazançlı’ hissedip masada imza atacaklarını belirlemişti.

İngilizce’de bu sonunda ne istediğini bilme haline ‘End game’ adı veriliyor; en sonunda ne istiyorum ve neye razıyım?

Özellikle bu müzakerelerin en ilerisi kabul edilmesi gereken 2013-15 arası süreçte bu ‘End game’ eksikliği çok belirgindi. Dolmabahçe Mutabakatı, süreçte bir önemli ara aşamaydı ama Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan birkaç gün sonra bu mutabakatı tanımadığını açıkladı ve süreci bitirdi. O mutabakat bile fazla taviz gibi geldi Erdoğan’a.

*

Bugün devam eden süreçte, öncekilerden farklı olarak PKK adına müzakere yürüten Abdullah Öcalan daha başlangıçta kendi açısından ‘End game’i ilan etti, meseleyi özünde ‘Demokratik sürece katılım’ olarak tarif etti. Yani PKK toprak, yerel veya bölgesel özerklik, askeri özerklik gibi şeyler istemiyor, sadece özgürce ve elbette Kürt sorununu savunabileceği şekilde siyaset yapmak istiyordu. Türkiye bunu verirse PKK sorunu ortadan kalkacaktı.

Geçmişten biliyoruz, Abdullah Öcalan’ın vizyonu ve söyledikleriyle PKK’nın davranışları birbirini tutmayabiliyor, hatta aralarında çok ciddi farklar olabiliyor. Öcalan, bu farkların bu kez olmayacağını göstermek için bir dizi ‘Güven arttırıcı önlem’ de düşünmüştü; örneğin örgütüne kongre toplayıp kendini fesh etmesini ve silahları bırakmaya başlamasını emretti. Örgüt de bu talimatları yerine getirdi. En azından sembolik olarak. Bu adımlar tek taraflı atıldı.

Bu durumda top Türkiye’nin sahasına geçmişti. Türk tarafının kendi ‘End game’ini tasarlaması ve bunu açıkça ilan etmese bile bu nihai çizgiye göre pazarlığını yapmaya başlaması gerekiyordu. Ama Türkiye bu ‘güven arttırıcı önlemleri’ henüz yeterli kabul etmiş değil.

Örneğin Suriye’deki belirsizlik önemli bir konu. DEM Parti hariç Meclis’teki diğer siyasi partiler, Suriye’deki YPG’nin de silah bırakması gerektiğini düşünüyor. Oysa YPG (veya Suriye’de kullandığı adıyla SDG) kendilerinin Türkiye’den ayrı olduğunu ve silah bırakmayı hangi şartlarda yapacakları konusunu da zaten Türkiye ile değil Şam yönetimiyle müzakere ettiklerini söylüyor.

Türkiye’nin ‘yetersiz’ bulduğu bir başka güven arttırıcı önlem PKK’ya ilişkin. Örgütün fesh olduğundan da, silahları bıraktığından da emin olmak istiyor Ankara. Henüz emin değiller.

Ancak yine de Türkiye tarafı bu sefer geçmişteki dört müzakereden farklı davrandı. Pazarlığı devlet veya iktidar doğrudan kendisi yapmak yerine süreci Meclis’in yürütmesine karar verdi; Meclis’te bir özel komisyon kuruldu. Bu komisyonun başında Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş var, gündemi o belirliyor. Yani, Türkiye adına baş müzakereci bir yerde Numan Kurtulmuş aslında. Ama tabii Kurtulmuş kendi başına hareket etmiyor; bir yandan gözetmesi gereken komisyon içi dengeler var, bir yandan da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konudaki belirleyici tutumu var.

Şimdi siyasi partiler birer birer komisyona kendi çözüm raporlarını sunuyorlar. Bu raporların tamamı Öcalan’ın ilan ettiği ‘End game’i temel alıyor ve Türkiye’ye PKK’nın ‘demokratik siyaset’e katılmasını sağlayacak vizyon önerecek. Bütün partilerin aynı vizyonu önermesi beklenemez elbette, komisyon bu raporları konuşup sonunda tek bir vizyona, nitelikli çoğunlukla kabul edilecek vizyona ulaşacak.

Böylece ortaya Türkiye’nin ‘End game’i çıkacak. Beklenti bu.

Sonra da iki ‘End game’ arasında müzakere olacak. Türkiye’de ‘demokratik siyaset’ imkanlarının nereye kadar genişletileceği ve neleri içereceği, getirilen yeni imkanların Anayasa eliyle mi yoksa başka türlü mü güvencelere kavuşturulacağı vs hep önümüzdeki aylarda Meclis komisyonunda konuşulacak.

Tabii bu arada PKK’nın ve Öcalan’ın verdiği sözleri tutup tutmayacağına bakılacak. Ama şunu bilmiyoruz: Suriye’de YPG’nin silahsızlanamaması Türkiye açısından oyunu bozucu bir faktör olacak mı, olmayacak mı?

*

Bu beşinci tur çözüm sürecini geçmişten farklı kılan ve açıkçası Türkiye’nin ezberini bozan tarafın ben yeterince anlaşıldığı kanısında değilim.

Abdullah Öcalan, Türkiye’de PKK’nın talepleri konusunda onlarca yıldan beri yaratılan büyük korkulara, şeytanlaştırmalara rağmen kendisi ve örgütü açısından oldukça düşük sayılabilecek bir seviyeden belirledi kırmızı çizgiyi: Demokratik siyasete katılmak, geçmişte silahla söylediklerimizi demokratik siyaset yoluyla savunabilmek istiyoruz.

Bu kadar.

Bu hamle, Türkiye’nin yıllardır demokrasi konusunda ‘Ah şu terör bitse biz neler yaparız’ diyen ve mangalda kül bırakmayan bütün siyasi partilerini birden bire gerçekle yüzleşmek zorunda bıraktı.

Dün bu köşede Meclis komisyonunun Abdullah Öcalan tutanaklarına uyguladığı sansürü anlattıktan sonra ardı ardına birkaç soru sordum:

‘Peki amaç ne? Ne bekleniyor bu görüşleri sansürlemekten ve ansızın derin bir güven krizi yaratmaktan? Odadaki fil orada dururken deve kuşu gibi kafayı kuma gömmenin bir faydası olabilir mi sahiden?’

Odadaki filden kastım, Türkiye siyasetinin 50 yıldır içinde yaşadığımız bu devasa sorun için bir temel ‘end game’ hazırlığının bulunmaması aslında. (Bu hazırlıksızlık konusunda güzel bir yazı, Mesut Yeğen’ın Perspektif’te yayınlanan yazısı, meraklısına tavsiye ederim.)

Baksanız her partinin kendine göre Kürt raporları var ama hiçbiri en temel demokratik haklar ve insan hakları uygulamalarıyla bu uygulamaların nasıl güvenceye kavuşturulacağını dört başı mamur tarif etmiyor.

Öyle olduğu için de Öcalan’ın sözlerinin sansürsüz duyulmasından korkuluyor; Suriye konusunda Kürtlerle Araplar arasındaki bir meseleyi bile Türkiye’nin korkusu olarak görebiliyorlar.

Türkiye’nin geleceğini Suriye’nin geleceğine endekslemek acaba ne kadar doğru?

Tepebaşı’nda bir Frank Gehry binası olsa İstanbul neler kazanırdı?

Ben çocukken, o zamanlar ‘Tarlabaşı Bulvarı’ diye bir bulvar yoktu, Taksim’den Unkapanı’na kadar gitmek için bugünküne göre çok daha dar olan Ömer Hayyam’dan kıvrıla kıvrıla aşağı inerdi otobüsler ve otomobiller.

Ama yolun bir yeri rahattı. Tepebaşı’na ulaştığınızda hem trafik rahatlardı hem de bina kalabalığı bir süreliğine azalırdı. Orası, bugün Tepebaşı kat otoparkının ve bitişiğindeki TRT binasının olduğu alandı.

O alanda yine çocukluğumdan hatırladığım ‘Cumhuriyet Pavyonu’nun yazlığı ve bir de zamanında Muhsin Ertuğrul’un kurduğu tiyatro vardı; ben çocukken adı Deneme Sahnesi’ydi. Mimari olarak çok güzel bir binaydı, mimarı Hosep Aznavur’du.

1980’lerde İstanbul’un o bölgesi bir Bedrettin Dalan faciası yaşadı, Tarlabaşı Bulvarı açıldı, yüzlerce güzelim bina yıkıldı ve o arada tiyatro binası da gitti, İstanbul’un en güzel gün batımı manzaralarından birinin yaşandığı o Tepebaşı’ndaki boşluğa çirkin ötesi bir kat otoparkı ile ondan da çirkin bir TRT binası yapıldı.

Bugün dahil şehrimizde bu çirkinlikle yaşıyoruz.

2000’lerde Suna ve İnan Kıraç Vakfı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan bu kapalı otopark ve TRT binasının bulunduğu arsayı istedi. Dün kaybettiğimiz büyük mimar Frank Gehry’nin İspanya’nın Bilboa kentindeki müze binası açılalı daha beş altı yıl olmuştu ve tek başına bir bina bir şehri dünya gündemine sokmuştu. Kıraç çifti, bu arsaya bir müze inşat etmek istiyordu ve binayı da Gehry’ye tasarlatacaktı.

İstanbul’a daha çok müze ve daha çok opera binası isteyen Başbakan Erdoğan’ın aklı bu işe yattı. Ama gücü yetmedi. Ne dönemin TRT’sini aşabildi ne de kapalı otoparkın sahibi olan İstanbul Belediyesini. Her iki kurum hep daha yaratıcı yöntemlerle ipe un serdi ve sonunda Kıraç çifti bu projeden vazgeçti.

Şimdi düşünüyorum: Orada o çirkin ve artık çökme tehlikesi yaşadığı için aylardır kapalı duran otopark ve daha da çirkin TRT binası yerine bir Gehry binası olsaydı, İstanbul’un katma değeri ne kadar daha artmış olurdu?

Kendi başına önemli bir mimari eser olan İstanbul Modern’in bu şehre kattıklarına bakın ve Tepebaşı’nı yeniden hayal etmeye çalışın.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.