‘Cihanı hiçe satmakdur adı aşk’
Abdal Mehmet, Abdullah’ı görünce bir kere yüzüne bakıp:
“Danişmend! Var bize köfteli şorba getür” demiş.
Abdullah Bursa çarşısını dolaşıyor köfteli çorba bulamıyor. Köftesiz bir çorba satın alıp meczuba götürüyor. Meczub yoldaki çamurdan bir avuç alıp köfte gibi yuvarlıyor ve çorbanın içine atıyor. “Ye bunu” diyor. Abdullah itirazsız yiyor. Meczub: “Ya sen olmayub da kim olsa gerek” diye muammalı bir cümle ile Abdullah’ı başından savıyor.
Bu Abdullah’ın hayatında bir dönüm noktası.
Saçma, değil mi? Niye içesin ki çamurlu çorbayı?
Biz artık akıllıyız, haramı helali çok gözetmesek de içmeyiz öyle çamurlu çorbalar.
‘Abdullah’ dediğimiz Eşrefoğlu Rumi. ‘Müzekkin Nüfus’un müellifi.
Eşrefoğlu Rumi, meczupla söyleşmesinde bir işaret sezmiş olmalı.
Emir Sultan’a gidiyor. Sonra Hacı Bayram-ı Veli’ye. Yıllarca Hacı Bayram-ı Veli’nin dergahında kalıyor. Sonra İznik’e gidiyor.
Hacı Bayram-ı Veli onu kemale ermesi için Hama’ya, Kadiri şeyhi Hüseyin efendiye gönderiyor. Abdullah, karısını ve çocuğunu eşeğe bindirip kendisi yayan aylarca yürüyüp sonunda Hama’ya varıyor.
Hikayeyi uzatmayayım. Merak edenler Asaf Halet Çelebi’nin hazırladığı Eşrefoğlu Divanı’na baksınlar. (Kapı Yayınları.)
Rumi, sonunda İznik’i mekan ediniyor.
Yunus’tan sonraki asırda doğmuş. Sanki ikinci bir Yunus. Öyküsü Yunus’unkinden zengin aslında. Fakat şiiri Yunus’un kıvamında değil.
Menakıb-ı Eşrefzade’de, Fatih’in annesi Mükrime Sultan’ın hastalığına tabipler çare bulamayınca saray çavuşlarından biri bir vezire Eşrefzade’den bahsediyor. Fatih, “Getirin” diyor.
Haber Eşrefoğlu’na ulaşınca Rumi “Emr-i İlahi yokdur, gidemezem” diye reddediyor.
Eşrefoğlu ikinci daveti de reddedince “Varun katl idin” diye emrediyor.
Sonunda orta yol bulunuyor. Karamürsel’e bir kayık gönderiliyor ve İzmit yakınlarında bir yerde buluşuyorlar. Rumi, Mükrime Sultan’ı nöbet şekeri ile tedavi ediyor.
“Ne vücud var ne ‘adem ne zeman var ne mekan
Ne piş ü pes ne fevk u taht ne yesar ne hod yümna”
Varlık yoksa, yokluk yoksa, zaman ve mekan yoksa.. Ön ve arka, yukarı ve aşağı, sol ve sağ yoksa, neyin peşinde bu dervişler?
Belli ki ‘zahidler’in aradığından başka bir şeyin peşinde.
“Aşık ol kim göresin Dost yüzüni bunda bugün
Mağrur olma zahidin ol va’de-i ferdasına”
Bir hakikate, bir sırra, bu alemdeyken erişmek istiyor olabilirler mi?
Olabilirler.
Mümkün mü bu?
Bilmiyorum.
“Hakikat alemine yol varılmaz/Bu mülkden külli bi-zar olmayınca”
Halbuki kimse bu mülkden bi-zar değil.
Mümkün değilse bile... Kimse erişemediyse bile peşine düşülmeye değer bir şey olduğu düşünülebilir.
Bu yüzden, kimse tasavvufu yabana atmasın.
Alemi anlamanın, varlığı anlamanın, İlahi bilgiye yaklaşmanın ‘havass’a mahsus bir usulü neden olmasın?
Kaldı mı şu an alemde böyle bir gündem? Böyle bir mesele?
‘Varmış’ gibi yaparak işini yürütenleri, ‘marifetullah’ın değil, ‘marifetullah’ kelimesinin rantının peşinde koşturanları koy bir tarafa.
Yok öyle bir gündem. Herkes küçük bir dünyanın etrafında pervaneler gibi dönüyor.
O halde nasihatimizi alalım:
“Bu mal ü mülk ü hanüman/Senin nendir eya miskin/Gör ne kıyıldı maline/Ya mülkine Süleyman’ın”
“Aşk” diye bir gerçeklik var. Kelimenin bugünkü hali, aşk bahsinde ne kadar sığlaştığımızın delilidir. Eşrefzade’nin dilinden okuyalım.
“Cihanı hiçe satmakdur adı aşk
Döküp varlığı gitmekdür adı aşk
Elinde sükkeri ayruğa sunub
Ağuyı kendü yutmakdır adı aşk
Bela yağmur gibi gökden yağarsa
Başını ana tutmakdur adı aşk
Bu alem sanki oddan bir denizdür
Ana kendüyi atmakdur adı aşk
Var Eşrefoğlu Rumi bil hakikat
Vücudı fani itmekdür adı aşk”
Bu galiba başka bir şey. Artık lügatlerde bile tarif edilmiyor. Tedavülden kaldırılmış bir sikke gibi. Kıymetinden haberdar olanlara aşk olsun.
Maksat şair olmaksa, böyle tek bir şiir insana yeter.