‘En yaman ayrılık bir yaprağın dalından düşmesidir’
Şiir, bir ırmağın, yazıda ağır ağır akışı gibi mi aksın, yoksa dağ başlarındaki ‘göz’ünden doğduğu andan itibaren ‘başını taştan taşa vurarak,’ köpürerek, bir düşüp bir kalkarak, bazen taşarak ve sonunda kavuştuğu denizi dahi karıştırarak, hatta bulandırarak mı?
Niye yalan söyleyeyim, ben ikincisini daha çok severim.
Beni uyandırsın şiir.
İçime çöreklenen uyuşukluğu, gafleti dağıtsın, tarumar etsin.
Ama bir gürültüyle, bir kakafoniyle, bir gıcırtıyla değil.
Şiire has bir musikiyle.
Bir ritimle.
Ritim deyince, hece, kafiye düşünmek zorunda olmadığımızı bilmem söylemeye gerek var mı?
Şiir olan her şiirin kendine has bir ritmi vardır.
Aruzun eski şiirde yaptığı gibi, şiiri ayakta tutan bir ritim.
Bilirsiniz, ‘vezin’ kelimesiyle ‘muvazene’ kelimesi kökteştir.
Demek ki, şiiri ‘muvazene’de tutan bir çeşit gizli vezin.
Tabii ki ‘muvazene’ye takılmamak lazım. Bazıları size muvazene verir şiir vermez!
İkincisini daha çok severken, birincisini inkar etmek zorunda değilim.
Daha doğrusu, iki şiirden de vazgeçmem.
Çünkü güzel kelimelerin fısıltıyla söyleneceği anlar vardır.
Hayata dair küçücük, sessiz bir keşifin içimize doğru muhteşem kapılar açtığı, güzelliğin sükuttan daha sessiz ruhumuza yaklaştığı haller.
Faruk Uysal’ın ‘Kayıp Konuşmacı’sını meşk ederken zihnimden geçti bunlar. (Hece Yayınları.)
(İç kapakta imzası var. 6 Mayıs 2000 tarihli. 20 sene olmuş. Zaman ne çabuk geçiyor Faruk!)
Şimdi, sözünü ettiğim o coşkun, taşkın şiir çok nadir.
Ama şurada, şu mısralarda, tam da bahsettiğim sessiz güzellik yok mu?
Bir derinlik.
“İnzivaya çekilmiş fırtınalı bir sufinin
Kendi kanının şelalesinde bulduğu ses kadar
Kayıtsızım”
İnsanın kendi kanının şelalesinde bulduğu ses, hayatın sırrı kadar güzel olabilir.
Ankara sakinidir Faruk Uysal.
Ara sıra çıkardı ortalığa. Zarif, mütebessim, dost.
Hala öyle. Seyrek seyrek görüyorum.
Bir ara gözlerden ıramıştı, Amerikalara, Orta Asyalara gitmişti. Belki ondandı görüşmemizin seyrekliği.
En çok, Ramazan Dikmen’le tatlı tatlı söyleşmeleri hatırımda.
İçinde Ramazan’ın olduğu her hatıra kıymetlidir.
Bir de, tecrübeyle sabittir, dostları görmek, insana tabiplerin vereceği ilaçlardan daha iyi gelir.
Kayıp Konuşmacı’daki şiirler Amerika’da geçen mevsimlerin mahsulü.
Tabii ki siyaha yakın.
‘Siyah’ şiirindeki “Sen hep siyah kal, siyah dur bu dünyaya
Gecenin süngeri bak nasıl emer gözyaşlarını
Siler içindeki gün lambasının sisli camlarını” mısraları bu yakınlığın alameti.
Sonra, kitabın sonuna doğru, Caz ve Blues.
Hele Cool Caz’ı okurken...
“Bir de Khalid Ashly’den dinleyin cazı/lapa lapa Ortadoğu yağar Harlem sokaklarına/dünyanın bütün iklimlerini doldurur ciğerine/sevincini bir türlü sığdıramaz saksafona”
Khalid Ashly’i ben de merak ettim.
Aradım, buldum, dinledim. Galiba tadına varmak için biraz daha dinlemem lazım.
Brooklyn’deki İmam Sıraj Wahhaj’ı da çok sevmiş Faruk.
Beni ‘Kadim Kardeşlik’teki “Ağzında beyaz güller dilin kanayacak” dizesi uyardı.
“Seni dinlerken zehirliyor kendini
Bir tenin çölünde unutulan akrepler”
Çiçekçi bir zencinin dilinden söylediği “Müşterilerim anlamaz çiçeklerin huyundan/işte derim onlara bu hırçın karanfil/en kıvrak Kudüs şarkılarını dahi söyleyebilir/bu mağrur lale royal familyasındandır/şu frapan gül rengini damarlarımdan çalmıştır benim” mısraları da siyaha yakınlığın alameti.
“En yaman ayrılık bir yaprağın dalından düşmesidir” mısraı size de benim gibi ayrılığı daha yaman düşündürüyor mu?
Ben bu mısrada durdum kaldım.
Uzak diyarlarda yazılabilecek güzel mısralar:
“şiir bir bebek gibi güldükçe içimde/bütün anılarım çalınsa da kaybolmam bu şehirde”
Bir şey daha...
Kayıp Konuşmacı’da yok, ama internette bulabilirsiniz.
Faruk Uysal 15 Temmuz direnişinin şiirini yazmış. (Sıradan İnsan)
Uysal’ın diğer şiirlerinden farklı olarak, burada, şiir sanki kelimelerini tam bulamamış.
Benimki tabii ki bir okuyucu kanaati. Belki bana öyle gelmiştir.
Yine de bir şairin 15 Temmuz’un şiirini yazması kayda değerdir.