Gittik, gittik, gittik, darbe oldu
Londra’dayız. Fetö’nün darbe girişiminden iki ay sonra. Demek ki Eylül 2016’da.
Al-Shark Forum’la Avrupa Dış İlişkiler Komisyonu’nun ortaklaşa düzenledikleri bir programda Türkiye’den gelen akademisyenler, gazeteciler, uzmanlar Avrupalı akademisyen ve uzmanlardan oluşan aşağı yukarı aynı düzeydeki bir heyete Fetö’yü anlatıyorlar.
Prof. Fuat Keyman, Prof. İlter Turan, yazarımız Galip Dalay, Taha Özhan, Hatem Ete, aklımda kalan isimler.
Lüzumlu bir çalışmaydı.
Ne kadar iyi anlatılabilirse, o kadar iyi anlattılar.
Fakat, anlamaya niyetin yoksa anlamazsın.
Avrupalılar alaka gösteriyorlar. Bunu sordukları sorulardan, yaptıkları yorumlardan anlıyorsun.
Gösterdikleri alakanın bir kısmı konuşmalarda kendi kafalarındaki cevabı yakalama arzusundan kaynaklanıyor.
Tabii ki arzularına nail olamıyorlar.
Bazen öyle bir izlenime kapılıyorsun ki... Toplantı dağılırken bir Avrupalı kalksa darbenin gerçekten olup olmadığını sorsa şaşırmayacaksın.
Olsun, fayda faydadır.
En azından, 15 Temmuz’un kanlı bir darbe girişimi olduğundan emin olan bir toplulukla karşılaşmış, onları dinlemiş oldular.
Bugün, mütekait amirallerin -hangi akla hizmetse- yayınladıkları gece yarısı bildirisi sebebiyle ilgilenmek istediğim, konunun başka bir tarafı.
Londra’daki toplantının odağında Fetö’nün darbe girişimi olduğu için, konuşmalarda önceki darbelere atıflar yapılıyor doğal olarak.
60 darbesi, 71 muhtırası, 80 darbesi, 28 Şubat darbesi az çok hatırlanıyor, hatırlatılıyor.
Bir taraftan dinliyorum.
Bir taraftan empati yapıyorum.
‘Darbe’ lafını sadece tarih kitaplarında ya da üçüncü dünyayla ilgili bültenlerde gören bu tuzu kuru Avrupalılar bizim uzmanlarımızı dinlerken ne düşünüyordur acaba?
Bunların hayatı darbe!
Demiyorlar mıdır?
Darbenin, bizim ülkemizin olağan vakalarından olduğuna dair kanaatleri pekişmiyor mudur?
Londra’yı boş verelim. Avrupa’yı da...
Biz, şimdi, kendi aramızda yakın siyasi tarihimizi konuşsak, tartışsak ne anlatacağız?
Ne var elimizde, adı batasıca darbelerden başka?
Adam askerliğini Kore’de yapmış, anılarını anlatıyor.
“Gittıh, gittıh, gittıh... Sonra oturduk yemek yedıh.”
“Sonra kalktıh, gittıh gittıh, gittıh. Sonra oturduk yemek yedıh.”
Kore’ye vardıklarında harp bitmiş. Artık geri dönüyorlar.
Bıraksalar dönüş yolunu da “Gittıh, gittıh, gittıh, oturduk yemek yedih” diye anlatacak!
Bizim hikayemiz de öyle.
Gittik, gittik, gittik gittik, 60 ihtilali oldu.
Sonra kalktık, gittik gittik gittik, 71 muhtırası oldu.
Sonra gittik gittik gittik, 12 Eylül, sonra 28 Şubat, sonra 15 Temmuz.
Arada irili ufaklı bildiriler falan...
Darbe olmadığı zaman da darbe konuşmak için vesilelerimiz eksik olmuyor.
Şu anda da mütekait amirallerin münasebetsizliği münasebetiyle konuşuyoruz işte.
Bir ülkenin mamur ve medeni bir ülke olup olmadığının bir çok göstergesi vardır.
Yollar, hastaneler, mimari, eğitim, insanlarının ahlakı, adab-ı muaşerete riayeti, hukuku, adaleti, daha aklınıza gelebilecek bir çok şey.
Bir ülkenin, -müspet ya da menfi- darbe edebiyatıyla meşguliyet derecesi de ülkenin toplam kalitesinin ölçümünde ihmal edilmemesi gereken bir göstergedir.
Bir ülkenin darbe hatırasının çok olması, darbeleri sık sık hatırlaması, bir bilincin, darbe karşıtı bir duyarlılığın oluşması bakımından olumlu sayılabilir.
Sonuçta darbenin aleyhine konuşuyoruz, darbeyi ve darbemsi hadiseleri lanetliyoruz.
Ama tersinden bakınca bir şey daha yapmış oluyoruz.
Darbe ile ilgili tecrübelerimizin, birikimlerimizin, bireysel ve toplumsal hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğunu ilan etmiş oluyoruz.
“Biz böyle bir ülkeyiz” demiş oluyoruz.
Bir gün tamamen kurtulur muyuz, darbelerden ve darbeli gündemlerden?