İktidar insanı böyle bozuyor
Taha Akyol’un kitabı aslında 1946-1960 arasındaki tarih kesitini irdeliyor. (Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca, Otoriter Demokrasi: 1946-1960) Fakat Celal Bayar’la İsmet İnönü arasındaki rekabetin mayalandığı 30’lu yıllara da, çok partili dönemdeki çatışmaların arka planını göstermeye kafi gelecek miktarda göz atıyor.
Akyol’un 2. Dünya Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna, (Mustafa Özel’den ödünç alarak kullanırsak Amerikan Yüzyılı’nın başlangıcına) yaptığı atıflar, dünya siyasetindeki bu büyük hadiselerin Türkiye’nin çok partili hayata geçme ihtiyacı duymasında etkili olduğunu düşündürüyor.
Süreci Milli Şef İnönü koordine ettiği ama çok partili hayata geçişin dünya şartlarının tazyikiyle gündeme geldiği anlaşılıyor.
Dönemin aktörleri yeni durumun teorik izahını da yapıyor.
“Bir memlekette muhalefet her zaman vardır. Onu biriktirmeyip muntazam bir parti teşkilatı kanalından açığa vurmak lazımdır. Emniyet subapı zamanında açılmazsa kazan patlayabilir.”
Bu cümleler 12 Mart döneminin başbakanı Nihat Erim’in Ulus gazetesinde yazdığı makaleden.
Erim’in o yıllarda ne kadar etkin bir siyasetçi olduğunu bu kitaptan öğrenmiş oldum.
Aynı Erim, yeni oluşuma göz dağı vermek gerektiğinde “Sosyal bünyede derin rahatsızlıklar müşahede edildiğinde bunu gidermenin yolu bir müddet için hürriyet ilahının üstüne bir şal örtmek ve yukarıdan aşağıya bir otorite tesis eylemektir” diyebiliyor. Bu yüzden adı Şalcı Nihat’a çıkmış.
Türkiye’nin kıdemli sosyalistlerinden Sabiha Sertel ve eşi Zekeriya Sertel o günlerde Demokrat Parti’yi destekliyor
Bazı CHP’lilerin DP’yi komünistlikle suçlamaları da bana ilginç geldi.
Demek ki devran her tarafa dönebiliyor.
İnönü yeni partiyi Celal Bayar’ın kurmasını istiyor.
Yeni parti solcu mu olacak sağcı mı? Bayar’ın cevabı ilginç:
“Belki de Halk Partisi’nin iki parmak solundayız, bazı hallerde iki parmak sağında.”
DP, seçim beyannamesinde Cumhurreisi’nin partili olmaması gerektiğini savunuyor. Menderes de aynı görüşte.
Ne zamana kadar?
İktidara gelinceye kadar.
İktidara gelince partili cumhurbaşkanlığına karşı olan görüşlerini unutuyorlar.
1950 seçimlerine doğru İnönü gerçekten tarafsız Cumhurbaşkanı gibi davranmaya başlıyor. DP’nin ağır toplarından Fuat Köprülü bunu “Karşımızda Sayın İnönü’yü yepyeni bir sima ile sadece tarafsız bir devlet reisi olarak görüyoruz” cümlesiyle teyit ediyor.
İnönü’deki yumuşamanın göstergelerinden biri eski müderris ve muallim Şemsettin Günaltay’ı başbakan yapması bir diğeri İlahiyat fakültelerini ve imam-hatip kurslarını açarak ve seçmeli din dersine izin vererek dini eğitim üzerindeki şiddetli baskıyı hafifletmesidir. İsterseniz bunlara türbelerin açılmasını da ekleyebilirsiniz.
İnönü ve Bayar’a suikast yapacakları iddiasıyla Osman Bölükbaşı, Fuat Arna ve Sadık Aldoğan’ı tutuklamışlar, (16 Kasım 1940.) 5 gün sonra tahliye etmişler.
Bölükbaşı hapse girerken 21 günlük oğlunu kucağına almış, “Oğlum, baban gidiyor belki gelmez. Bu kadar pisliği az su temizlemez diye senin adını Deniz koyuyorum” demiş.
Güzel hatıra değil mi?
Bölükbaşı’yı sonraları DP iktidarı da hapse atmış.
Kitabı okurken, haklar ve özgürlükler konusunda en samimi siyasetçinin Bölükbaşı olduğu izlenimi ediniyorum. Konuşmaları, siyasi tavır alışları öyle.
Bilemem, iktidar olsaydı o da bozulur muydu?
Bir ara kuvvetler ayrılığına dayalı bir anayasa vaadinde bulunan Menderes’in sonraları vaadini tamamen unutması iktidar olmaktan kaynaklanan bir bozulmanın belirtisiydi.
Muhalefete verilen radyoda konuşma hakkını eskiden yetersiz bulan Menderes’in “Radyoyu onlarla paylaşmayacağız” diyerek radyoyu muhalefete tamamen kapatması da öyle.
Demokrat Parti gitgide otoriterleşiyordu. Basın da bundan nasibini aldı. CHP taraftarı gazetecilere ağır cezalar verildi.
Basın kanunundaki değişiklik sırasında söz alan Osman Bölükbaşı evvela 1946’da Recep Peker hükümetinin yasakçı basın kanununa karşı Menderes’in yaptığı konuşmadan alıntılar okuyor. Sonra Menderes’e sesleniyor.
“Bunu söyleyen Menderes nerede? Menderes’in bundan on yıl evvele ait bu konuşması cidden tarihin bir tekerrür olduğunu ve memleketin çilesinin bir türlü dolmadığını bize gösteriyor. Yalnız roller değişmiştir.”
Demek iktidar insanları böyle böyle bozuyor.
Üç çeyrek asır geçti, hala aynı dertlerle uğraşıyoruz
Ben sözü fazla uzatmayayım. Akyol’un kitabı bir macera romanı kadar sürükleyici. Tarihten ders almak isteyenlere tavsiye ederim.