‘İyyake na’büdü’ nasıl denir?
Gök kubbenin altı boş değil” sözü bir teselli sözü müdür? Yoksa şu alemde güvende hissetmek için mi söyleriz?
Sezai Karakoç’un dünyadan göçmesi bende gök kubbenin altının gitgide boşaldığına dair bir his uyandırıyor.
Bir noksanlık hissi.
“Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısraının içerdiği kaygıya benzer bir kaygı.
Sezai Bey insan takatiyle yapılabilecek olanı yaptı. Vermek istediğini verdi.
Verdi demek doğru mu? Tam değil.
Karşı taraf almayınca vermiş olmazsın.
O, sundu.
Kalemiyle, hayatıyla inşa etti ve gösterdi.
Alan oldu mu, olmadı mı, gördük mü, görmedik mi Allah bilir.
Bazen onu daha yaşarken kaybettiğimizi düşünüyorum.
Ona yaklaşamadığımızı, etrafından dolaştığımızı.
Onun şiirinin, fikrinin mevcudiyetinden hoşlandığımızı… Ama o fikrin, o şiirin içine girmekten imtina ettiğimizi, mesafe koyduğumuzu. Duvarımıza asılı bir tablo gibi… Bazen orada olduğunu unuttuğumuz, bize bir yükümlülük yüklemeyen, rahatımızı bozmayan… Sual edildiği zaman gösterdiğimiz, varlığıyla iftihar ettiğimiz.
Biz kendimize dönüştürülebilir meşguliyetler bulabiliyoruz.
‘Dönüştürülebilir’ eksik kaldı. ‘Konvertible’ desem belki daha doğru anlaşılacak.
Hayat meşgalesi, maişet derdi değil sözünü ettiğim ‘konvertible’ meşgaleler. O kadarı herkeste var. Herkes için lüzumlu.
Sezai Bey’in hayatın merkezine koyduğu şey neyse, onun yerine ikame ettiğimiz, istersek ulvilik izafe edebileceğimiz meşgaleler.
Hepimiz niçin böyle olduğunu izah edebiliriz.
Doğru da olabilir bu izahlar.
Doğru ve gerçekçi.
Kimseyi levmetmiyorum.
Sadece Sezai Karakoç’un hayatına nispetle durumumuzun ne olduğunu yazılı düşünüyorum.
Bu bir çeşit muhasebe.
Eminim benim gördüğümü görenler çoktur.
Ne diyor bu adam? Diyecek kadar mevzuun uzağında olanlar beni mazur görsünler.
Üstad Sezai Karakoç sanatıyla ve fikriyle abidevi bir yapı inşa etti.
Bazen büyük mimarların inşa ettiği muhteşem yapılardan daha muhteşem.
Kelimelerle yapılan bir bina neden Süleymaniye kadar hatta bazen ondan daha güzel olmasın?
Yaparsın, yaparsın. Sonunda bir fiskeyle bütün yaptığını kendin yıkarsın.
Çok örneği vardır. Affedersiniz, hemen mayışırlar.
Sezai Bey yıkmadı.
Daima ‘müstakim’di.
Kimseye, hiçbir mevkie, hiçbir makama, hiçbir kula temenna etmedi.
“İyyake na’büdü ve iyyake nesta’iin” böyle denir.
(Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isterim.)
Devlet bile, ona ödül vermeye niyetlendiğinde akla karayı seçti.
Bence devlet ona ödül vermekle aslında kendisini ödüllendirmeye çalıştı.
Çok anlatırlar. Benim hafızamda da birkaç tanesi kalmış. Şu, 80’lerden kalma.
İsim yok aklımda. Birileri aracı olmuş. Kültür Bakanlığı Diriliş Yayınları’nın kitaplarından alacak.
Sezai Bey’e söylemişler.
Kültür Bakanlığı sizin kitaplarınızdan almak istiyor. Bir dilekçe yazmanız gerekiyor.
Sezai Bey’in cevabı.
“Kültür Bakanlığı bizden kitap almak istiyorsa onların bize dilekçe yazması lazım.”
Diyenet İşleri eski Başkanı Mehmet Görmez’le de böyle bir hatırası var. Bugünlerde internette çok dolaşıyor.
Bunun için Mehmet Görmez Hoca’yı aradım.
Mehmet Görmez Hoca vefakar bir alim. Sezai Bey’in tekfininde de cenazesinde de bulundu.
Üstad’ın “Allah’a karşı fakir, kullara karşı müstağni” olduğunu söylemesi onu yakından tanıdığının bir göstergesiydi.
Gerçekten, Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Başkan Yardımcısı olduğu dönemde Sezai Karakoç’u Hacca davet etmişler.
Samanyolunda Ziyafet, Sezai Karakoç’un ‘Oruç’u bize yeniden öğrettiği büyük bir eserdir.
Hac için böyle bir eseri Sezai Karakoç’un kaleme alabileceğini düşünüyor. Daveti bu maksatla yapıyor.
Sezai Bey Haccın kendisine farz olmadığını söylemiş.
Mehmet Görmez, Hacc’ın hikmetini, felsefesini yazmak için bir vesile olabileceğini söyleyerek ısrar etmiş. Ama ikna etmeyi başaramamış.
İnternette ‘öykü’yü biraz süslemişler.
Mamafih, süslenmiş hali de Sezai Karakoç’un seciyesiyle uyumlu.
Allah Rahmet eylesin.
Allah ona umduğundan ziyade nimetlendirsin.