Keramet şehrin betonunda değil
Herhalde anlaşılmıştır, merkezinde ‘oy’ olan siyasetimizin, kültürle, ilimle, sanatla ilişkisindeki sorunlar.
Misal olarak, Erbakan’la Necip Fazıl arasında geçen bir hatırayı vermiştim.
Galiba her şey benim murat ettiğim şekilde anlaşılmadı.
Erbakan, dava sahibi bir siyasetçiydi. Kendi üslubu vardı. Bir anlayışı vardı.
Güzel niyetlerle, büyük hizmetler yaptı.
Yaptığı hiçbir şeyi küçümseyemem. Ömrüm oldukça rahmetle yad ederim.
Ama maalesef, bizim siyasetimiz, ilimle, irfanla, sanatla, kültürle, doğru bir ilişki kuramadı.
Bu gerçeği de göz ardı edemem.
Eğer bu ilişki doğru kurulsaydı bugün daha iyi bir noktada olabilirdik.
Bu ilişki doğru kurulamadığı için, eğitimde, kültürde, sanatta başarı hanemiz boş.
Geç kaldık. Ama ihmal ettiğimiz boşluğu doldurmak için hala bir şeyler yapılabilir.
Eğer yapmak istiyorsak.
Yazdıklarımdan FETÖ’ye pay çıkarmaya çalışanlar da olmuş.
FETÖ, bizim şu dünya hayatında karşılaştığımız en sefil, en çirkin, en sahte mahluktur.
Tasavvufta ‘istidraç’ diye bir şey var.
Allahu Teala’nın lütfunun, ikramının tam zıttı.
Şeytani maharet.
***
Onlardan sadır olan iyilik ambalajına sarılı şeylerin hepsi bir nevi ‘istidraç’tır.
Bu zaruri tavzihten sonra, şimdi şehre, ‘Şehirli Müslümanlık’ olgusuna dönebiliriz.
‘Şehirli Müslümanlık diye tutturdun gidiyorsun, ne var bu şehirde’ diye bir soru akla gelebilir.
Benim de aklıma geliyor bu soru.
Çünkü, ‘badiye’deki Müslümanlığı da seviyorum, onda da ayrı bir lezzet buluyorum.
Yesrib’in Hicret’ten sonra Medine-i Münevvere olmasıyla irtibatlıdır bu sorunun cevabı. (Bunu dilim döndüğünce anlatmıştım.)
Bir de, doğrudan doğruya Peygamberimiz’in örnekliğiyle...
O, zarifti.
Nezaket sahibiydi.
Edep sahibiydi.
Her şeyin güzel yapılmasını severdi.
Kabirlerin bile, güzel olmasını isterdi.
Lisanı çok fasihti. İnsanların en güzel konuşanıydı.
Temizdi.
O çağda ümmetine öğrettiği temizlik seviyesine henüz ulaşamadık.
Cemiyet olarak, onun öğrettiği ‘adab-ı muaşeret’in de uzağındayız.
Kanaat öğretti, adalet öğretti, helal öğretti, yetim hakkı öğretti, ahlak öğretti, kula kul olmamayı öğretti.
Biz, işimize geldiği kadar yaptık onun öğrettiklerini, işimize gelmediği zaman ya kulağımızın üstüne yattık, ya teville hakikati saptırdık.
Ve o, ‘Emin’di.
Kelimenin tam anlamıyla.
Ne diyordu Hz. Ebubekir?
“O söylüyorsa doğrudur.”
Düşmanlarının bile itimadına mazhar olacak kadar Emin’di.
Efendimiz’in ‘Emin’ oluşuyla ilgili en çarpıcı misallerden biri, Hicret arefesinde kendisinde olan emanetleri sahiplerine ulaştırmakta gösterdiği hassasiyettir.
Bizim halihazırdaki savrukluğumuza mukabil, nasıl bir ‘güvenilirlik’ nasıl bir hassasiyet!
Emanetlerin sahibi kim?
Mekkeliler.
***
Biliyorsunuz, Hicret öncesinde müşrikler, Peygamberimiz’i öldürmek için suikast tertip etmişlerdi.
O gece, Efendimiz, yatağına Hz. Ali’yi yatırdı ve yola çıktı.
Yola çıkarken, bazı Mekkeli müşriklerin kendisine verdiği emanetleri sahiplerine ulaştırılmak üzere Hz. Ali’ye teslim etti.
Hz. Ali de, emanetleri sahiplerine verdikten sonra Kabe’ye giderek “Ey insanlar, emanetini almayan var mı? Resulullah’ın kendisine bir hususta söz verdiği kimse var mı?” diye seslendi.
Kimseden ses çıkmayınca Mekke’den ayrıldı.
Kendisiyle savaşanların, canına kast edenlerin bile emanetlerini korudu Peygamberimiz.
Düşmanımızın bile itimat edeceği kaç adamımız var?
Peki, dostlarının itimat edebileceği kaç adamımız var?
‘Şehirli Müslümanlık’ eğer bu zarafeti, bu incelikleri, işlerini güzel yapmayı, doğru yapmayı, güvenilir olmayı içeriyorsa bir mana ifade eder.
Şehrin asfaltı, betonu, sineması, tiyatrosu, okulu, üniversitesi, insanların üçkağıtçılığına mani olamaz.
Olamıyor, görüyorsunuz.