Kudüs'e öyle öyle uzağız ki...
Nedir Kudüs? Vücudumuzdaki öfke bezlerini çalıştırmak için ara sıra hatırlayıp sonra unuttuğumuz tek dozluk kırmızı reçeteli bir ecza mı?
Bir hüzün drajesi mi? Melankolinin fiyakasını tatmak için.
Veya bir şanlı tarih objesi?
Davud’dan, Süleyman’dan mı başlar Kudüs’e dair şanlı tarih? Zeytin Dağı’ndan, Meryem’den ve oğlu İsa’dan mı?
Yoksa Cebel-i Mükebbere’deki Ömer’den mi?
Cebel-i Mükebbere Tekbir Dağı. Kudüs’e bakıyor. Hz. Ömer oradan görmüş Kudüs’ü ve tekbir getirmiş. Adı öyle kalmış.
Selahaddin’den mi başlasın şanlı tarih? Yavuz’dan mı?
Davud’dan başlasa herkesin tarihi birbirine karışıyor.
Meryem ve İsa da öyle.
Hepsine birden ‘ecdat’ demek kafa karıştırıyor.
Beni İsrail, İmran ailesi, Kureyş, Kürtler, Türkler hepsi kapsama alanında.
Ayıklasak mı biraz? Ayıklaya ayıklaya bire indirsek. O bir de bizim olsa.
Tuhaf ve güzel kafalarımız.
***
Bizim mahallede bir duvar resmi gördüm. Bir desen var. Üzerine “Kudüs kırmızı çizgimizdir” yazmışlar.
Yahu ne kırmızı çizgisi bu?
Kırmızı çizgin çiğnendiği zaman ne olacak?
Kırmızı çizgin çiğnenmediyse hala, ne zaman çiğnenmiş farz edeceksin?
Paradan ve kudretten başka kırmızı çizgi gözetiliyor mu bu alemde?
Bari yazmasaydınız, bari altından kalkabileceğiniz bir şey yazsaydınız.
***
Biz çocukken Doğu Kudüs işgal altında değildi.
Bunun ne anlamı var? Ne oldu yani, senin çocukluğunda Doğu Kudüs Ürdün’ün kontrolünde idiyse?
Hiç.
1967’de girdi İsrail. Şimdi işgal altında. Saydım, 54 sene olmuş.
Yani biz, Kudüs diye diye, Filistin, Filistin diye diye ihtiyarlamışız.
Bütün sloganlar geliyor kulaklarıma. Bütün yürüyüşler, bütün marşlar, bağırmalar, çağırmalar.
Hepsini ya dinledim, ya söyledim.
Marşlarımızla, sloganlarımızla, 1967’den beri her gün bir adım, bir adım geriliyoruz.
Kaldı mı gerileyecek yer?
Hey gidi kırmızı çizgilerimiz!
Nüfuslarımız kalabalık. Gövdelerimiz iri. Çenelerimiz düşük, avurtlarımız şişik...
Herkes geliyor gözlerimin önüne. Türkler, Araplar, İranlılar, Pakistanlılar...
Türki, Arabi, Farisi, Hindi nutuklar...
Bütün politikacılar, bütün politik oyunlar, bütün iki yüzlülükler, bütün nutuklar.
Petrol tankerleri, benzin kokusu, kefiyeler, Jeep’ler. İki kulak arasında kanal gibi açılmış gülen iri dişli ağızlar.
Biz Allahualem yanlış yoldan gittik.
Bunlar mı kurtaracaktı Kudüs’ü, Filistin’i?
Hiç niyetleri yok. Ehliyetleri de yok.
Zulme şifa olacak Adil bir el görünmüyor hiçbir yerde.
Birbirlerini vurup duruyorlar. Kudüs ellerine geçse yine vururlar.
***
2009 yılı. Eylül. Ramazan’ın son haftası.
“Ne güzel olur, Kadir Gecesi’nde Mescid-i Aksa’da olmak” diye sesli söyledim.
İşlerim kolaylaştı. Üçüncü gün kendimi Tel Aviv’de havalimanında buldum.
Mescid-i Aksa’ya teravihin sonuna yetiştim. Sahura kadar oralardan çıkmadım.
Orada, Filistinliler’in anaç bir tavuğun etrafındaki civcivler gibi, Mescid-i Aksa’dan kuvvet aldıklarını, dizlerine derman aldıklarını gördüm. Solunum cihazına bağlanmış gibi el-Aksa’dan oksijen aldıklarını gördüm.
O geceyi unutamam.
Bu sene Kadir Gecesi’nde Harem-i Şerif’te İsrail Filistinliler’e saldırdı.
Mescid-i Aksa, Kubbetü’s Sahra, Zeytindağı, Şam Kapısı, hepsi yeniden gözlerimin önüne geldi.
Korkutur mu Filistinliler’i İsrail?
Şimdiye kadar korkutamadı, şimdi de korkutamaz.
Allah kötülük edenin kötülüğünü yanına komasın.
Başka bir gün Müslümanlar’ın onları taciz etmesini dilemek gibi bir şey değil Kudüs’e dair hislerim.
Orada adalet istemek. Orada adil bir barış istemek.
Kudüs’ün ruhuna uyacak bir barış.
Ruhen ve zihnen o kadar uzağız ki...
Kudüs’ü görseniz, seversiniz. Seversiniz ama bir daha gidesiniz gelmez. Çünkü çok uğraştırır İsrail polisi, aramalar, sorular, sorular, sorular.
Bir müddet sonra, polisin eziyeti can sıkıcı bir hatıraya dönüştüğü zaman yeniden depreşir Kudüs’ü görme isteğiniz.
Bana oldu öyle.
Haremü’şşerif’in kapısında ikide bir İsrail askerinin sorusuna muhatap olmak da dahil her şeyi hatırladığım halde bir daha gitmek istedim.
Gittim de.
Allah fırsat verse yine gitmek isterim.
Bir cazibesi var Kudüs toprağının, tarihinin, mazisinin olağanüstü büyük bir cazibesi var.