Medine
Köylülük der demez Nuri Pakdil’in sözü geliyor hatırıma.
Bunu bir yerden okumadım. Arkadaşım, şair Rahmi Kaya’dan işittim.
“Köylülere evet, köylülüğe hayır.”
Cümlenin içindeki tenakuz kulak tırmalıyor. Çünkü köylü olunca biraz köylülük de olur.
Fakat cümleyi doğru anlamaya niyetiniz varsa, ‘Köylülük’ün, köylüden de bağımsız bir kavram olarak kullanıldığını sezersiniz.
Bu cümle bir uzlaşma noktası olabilir.
Köylülük denilince hatırıma gelen, geçiştiremeyeceğim ikinci bir cümle.
“Köylüleri niçin öldürmeliyiz?”
İsmet Özel’in şiirinde geçiyor.
Sarsıcı bir sual. Yahu, iyi hoş da... Öldürmek biraz fazla değil mi?
İsmet Özel de öyle düşünüyor zaten.
“İçinden çıkılmaz bir olay” dedikten sonra “Köylüleri öldürmesek de olur” sonucuna varıyor.
İsmet Özel’in şiirini internette ararken aynı başlıklı bir başka şiir çıktı karşıma.
Üstünde, altında imza yoktu.
İsmet Özel’in şiirini onlarca defa okumuş olduğum halde, bu şiir üzerinde, şiir İsmet Özel’e aitmiş gibi fikir yürüttüm.
Bir kısmını alıntıladım.
Yaptığım hata bana gösterilince çok utandım. Hala soğuk terler döküyorum.
Fakat, bu yanlışlık yazımın ana fikrini haleldar etmiyor. Şimdi, düzelterek kaldığım yerden devam ediyorum.
Alıntıladığım şiir, hatamı anlamaya çalışırken öğrenmiş oldum, Şükrü Erbaş’a aitmiş.
Erbaş’ın şiirinde köylülere dair bir dizi kötü nitelik sıralanıyor.
“Aptal, kaba ve kurnazdırlar
İnanarak ve kolayca yalan söylerler
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.”
“Çünkü onlar karılarını döverler.”
“Dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler.”
“Haksızlığa ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.”
“Birbirlerini sürekli aldatırlar.”
Erbaş’ın saydığı nitelikler, ‘kavramlaştırılmış’ köylülüğe uyuyor.‘
Ve bu nitelikler, köyden ve şehirden bağımsız olarak, her yerde bulunabiliyor.
Bu arada, Erbaş’ın “Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz” mısraını okurken günde birkaç kez misvakla dişlerini fırçalayan rahmetli dedemin gözümün önüne geldiğini söylemeden geçemeyeceğim.
Derme çatma bir ‘şehirli’yi utandıracak kadar güzel köylülerimiz çoktur.
“Şehrin insanı, şehrin insanı şehrin
Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin.”
Bu da İsmet Özel’in ‘Üç firenk havası’ şiirinden.
Demek ki kötülük şehirde de olabilir.
Söz, benim kontrolüm dışında uzuyor.
Halbuki niyetim ‘Şehirli Müslümanlar’dan bahsetmek.
‘Medine.’
Merkezimizde bu şehir var.
Yesrib’i Medine yapan şeydir Müslümanlık.
Kıble değildir Medine. Ama, Kıble’ye yönelenlerin şehridir.
Medine’deki bütün yollar Peygamber Mescidi’ne çıkar.
Orası, mabet, okul ve mahkemedir.
Çarşı da Mescid’in civarında.
Bunlar, ‘şehir’in görünür alametleridir.
Oldu mu şimdi bizim şehrimiz?
Olmadı.
Mabede, okula, çarşıya ‘kimlik’ veren, bunların toplamını anlamlandıran Rahmani nitelik olmayınca olmaz.
Kitap, diyelim isterseniz. Ama ‘Kitab’ı sayfalara yazılı, ciltlenmiş bir ‘mushaf’la sınırlı düşünmeyelim.
Her şeye sirayet eden, latif bir mana olsun o ‘nitelik.’
Çarşıda, zahireyi tarttığımız teraziye... Mescidin kapısında karşılaştığımız kardeşimize verdiğimiz selama... Ettiğimiz tebessüme...
Yetimin başını okşayışımıza. Yetimin malını yemeyişimize...
Suyla arınışımıza. (Nuri Pakdil bir yerde abdesti betimlerken ‘İşte bu su uygarlığıdır’ diyordu. Harikaydı!)
Müşfik olmamıza. Kul hakkına riayet etmemize...
Kardeşlerimizin arasını ıslah etmemize...
İnsanlara, hayvanlara, hatta nebatata eziyet etmememize, zulmetmememize ve daha aklınıza ne kadar güzel şey geliyorsa hepsine sirayet eden bir mana.
Bir ruh.
‘Vahiy’i böyle anlamak istiyorum.
Bunların tamamını bir arada ancak ‘medine’de, yani ‘şehir’de tecrübe edebilirsiniz.
Bu ‘medeniyet’tir.
Medine ile ‘medeniyet’i, şehir ile de ‘şehirlilik’i eşleştirebilirsiniz.
Medeniyet hakkında daha tafsilatlı fikir edinmek isteyenlere Sezai Karakoç’un külliyatını tavsiye ederim.
Bu yazılarımda ‘medeniyet’e göre bir alt-kavram saydığım ‘şehirlilik’in, bilhassa ‘şehirli müslümanlık’ın bazı veçheleriyle ilgilenmek niyetindeyim.
Devam ederiz inşallah.