‘Men lem yezuk, bilmez yazık’

Bundan önceki birkaç yazıda ‘Müslüman şair’i ve şiirin muhatabı olan Müslümanları ilgilendirmesi gereken mevzulara temas ettim.

En son Mevlid-i Şerif’teki ‘şiir’i göstermeye çalıştım.

Tam düşündüğüm gibi oldu. Kimi, Mevlid’i bir ‘itikat metni’ gibi, kimi bir ‘tarih kitabı’ gibi okumuş. Öyle bakınca, haklı sayılırlar.

Bende, insanları kendi düşünceme ikna etmek için lazım olan motivasyon yok.

Bu yüzden pek münakaşaya girmiyorum, söyleyip geçiyorum. İnsanlar hangi türlü düşünürse düşünsün.

Olaya böyle müsamahalı bakmam, anlamamanın arka planındaki zihinsel tembelliği görmeme mani değil.

Bu arada, tabii ki doğru okuyanlar da var.

Bu ‘fasıl’ı kapattıktan sonra, bir soru soralım.

Şiirle ilgili bir soru. Cevap verme yetkisine sahip olmak için şair sıfatı taşımanız gerekmiyor.

Hayatınızda var mı şöyle bir soru:

Şiir olmasaydı halimiz ne olurdu?

‘Hiçbir şey olmazdı’ diyenlerdenseniz haklısınız. Size hiçbir şey olmazdı, şiir olmasaydı.

Size, şiir var olunca da hiçbir şey olmaz.

Ömrünüz uzun olsun. Bahtınız açık olsun.

Sadece şunu diyebilirim:

Men lem yezuk

Bilmez yazık.

Ben babamdan işittim. Birinci satırı Arapça, ikincisi Türkçe.

‘Men lem yezuk’un Türkçesi, ‘Kim ki tatmadı.’

Buradaki ‘yezuk’ zevk kelimesiyle aynı kökten. Tatmak, zevk almak anlamına geliyor.

Şiirin hazzını almanın bir ayrıcalık olduğunu en çok adına Divan Şiiri denilen şiirle haşır neşir olduktan sonra hissettim.

Ben ‘Divan Şiiri’ adlandırmasından pek hazzetmiyorum. İnsanlarla şiirin arasına mesafe koyan bir adlandırma. Herhalde ‘Divan’ kelimesinin saray çağrışımı yapmasından. Sanki devlet işiymiş gibi.

Halbuki, isim, eski şairlerimizin şiirlerini bir araya getirdikleri kitaptan geliyor.

Şiir işte. Bizim şiirimiz. Türkçe şiir. Kendinizi dil fukarası olmaya mahkum etmediyseniz, okuduğunuzu anlamaya yetecek kadar Türkçe öğrenmeyi anlamlı buluyor ve bunun için çaba sarfetmekten üşenmiyorsanız, kendi dilinizin şiirini okuyabilirsiniz.

Böyle düşünmeme rağmen, ‘Divan Şiiri’ adlandırmasını kullanıyorum.

Divan Şiiri mevzuu açılınca ‘ben anlamam, ben uğraşamam’ diyorsanız, gidebildiğiniz yere kadar yolunuz var.

Kötü bir okuyucu, iyi bir şiirin umurunda değildir.

Men lem yezuk, bilmez yazık.

Şimdi, birisi, Fuzuli’nin ‘Su Kasidesi’ adıyla şöhret bulan muhteşem şiirini okuyamıyorsa... Okuduğu zaman anlayamıyorsa... Şiirin neyi eksilir? Fuzuli ne kaybeder?

Edebiyat öğretmenlerinin Divan Şiiri’ni anlatma tarzı da, şiirle talebenin arasında bir mesafe koyuyor.

En azından bizim talebeliğimiz sırasında böyleydi.

‘Ağdalı, Arapça, Farsça kelimelerin yoğun kullanıldığı, gerçekçi olmayın, kış ortasında baharı, yaz gününde sonbaharı tasvir etmekte bir sakınca görmeyen bir şiir.’

Ben böyle lafları edebiyat hocalarımdan duydum.

Ne kadar tuhaf. Öğreteceğine, beni ona yabancılaştırmaya çalışıyor.

Bir taraftan da öğretiyor. Allah razı olsun.

Fuzuli’ye ilk yakalandığım beyit, merhum Abdülkadir Karahan’ın şimdi adını unuttuğum bir kitabında rastladığım şu beyittir:

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib

Kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır.”

Yirmili yaşlarıma gelmiş miydim? Belki.

Bu beyitten sonra Fuzuli’nin peşine düştüm.

Bugünkü yazım girizgah sayılsın.

Allah izin verirse müteakip pazarlarda Fuzuli’den başlayarak Divan Şiiri’nin içinde biraz seyredelim.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum